Yeniçeriler

Yeniçeriler

İstanbul’un Fethi’nin üç boyutlu çizimlerle canlandırıldığı Fetih Müzesi’nde resmedilen yeniçeri kıyafetleri resme yönelik beğenilerin yanı sıra uzmanlar arasında gerçeğe uygunluk tartışmalarına da yol açtı.

Köle, asker, itfaiyeci, aşçı, avcı, esnaf, kahveci, şairlerin hikâyesi… 

1826 yılının 15 Haziran’ı. İstanbul’da gün ağarırken Devrilen kazanların uğultusu yeri göğü inletiyordu. Bölükbaşı Habib’in, Etmeydanı’ndan “Ayaktaşlar fütur getirmeyin” diye uğurladığı yeniçeriler Tahtakale, Asmaaltı ve Unkapanı’ndan geçerek Atmeydanı’na yöneldiler. O gece yeniçeri çeteleri Ağa Kapısı’nı ve çeşitli paşa konaklarını basıp yağmalamış; Sadrazam Mehmet Selim Paşa ve yeniçeri ağası bu baskınlardan zor kurtulmuştu. Ama etrafa sadrazamın, yeniçeri ağasının ve ileri gelenlerin katledildiği söylentisini yayarak halkı isyana katmaya çalışıyorlardı.

Bâbıâli’nin de basıldığını haber alan sadrazam erkenden Yalı Köşkü’ne geldi. Ağa Hüseyin Paşa ve Mehmet İzzet Paşa’yı çağırttı. Ayaklanma giderek yayıldı. Bazı Bektaşi babaları da teberleriyle (baltalarıyla) ayaklanmacılara destek verdi. Çok sevdiği kuzeni III. Selim’in ölümünden yeniçerileri sorumlu tutan II. Mahmut, Divan toplantısından sonra kararını açıkladı: Sancak–ı Şerif çıkarılacak! Ve yaklaşık 450 yıldır tarih sahnesinde olan Yeniçeri Ocağı’nın sonu geldi. Bundan sonrasıysa tam bir içsavaş manzarasıydı…

Sultan, Hırka–i Saadet (Kutsal Emanetler) Dairesi’ne geçti, Sancak–ı Şerif’i mahfazasından çıkartıp sadrazama ve şeyhülislama teslim etmişti. Bu arada, yönetim yanlısı kalyoncular, topçu, humbaracı, lağımcı askerleri akın akın saraya geliyordu. Şehre haber salınmış Müslüman olan herkes Sancak–ı Şerif altında toplanmaya çağrılmış, halk bu çağrıya yanıt vermişti.


Harbiye’deki Askeri Müze’nin Konser Salonu’ndaki Mehteran Bölüğü konserinde mehter müziğini icra eden müzisyenlerle birlikte yeniçerilerden oluşan bir tuğ takımı ve “zırhçı”lar da yer alıyor. 

Tarihçiler o gün İstanbul’da yaşananları “acayip ve tesirli bir gûlgûle (gürültü) peyda oldu” diye aktarıyor. Saray cephaneliği açılarak hükümdarı korumaya gelenlere kılıç ve tüfek dağıtılmış, silahlanan medrese talebeleri de harekete geçmişti. Sonunda sadrazam, şeyhülislam ve vezirlerin başı çektiği sivil, asker, talebe ve ulemadan oluşan yaklaşık 60 bin kişilik bir ordu Sancak–ı Şerif’le birlikte tekbirler getirerek Sultan Ahmet Camii’ne doğru yürüyüşe geçti. Kalabalığın Sultan Ahmet Camii’ne ulaştığını gören yeniçeriler ara sokaklara doğru kaçmaya başladı. Sancak–ı Şerif minbere asıldı ve sadrazamın isteğiyle ulema, “zorbalarla çarpışmanın farz olduğunu” bildiren yeni bir fetva hazırladı. İsyancılar, Etmeydanı’na giden yolları kesmiş, Kapalıçarşı’dan Haliç’e uzanan Uzunçarşı boyunca barikatlar kurmuş, Beyazıt Camii’ni de işgal ederek Sultanahmet’e giden yolları tıkamıştı.

Ağa Hüseyin Paşa’nın komutasındaki topçu birliklerinde yer alan, gaddarlığıyla ün salmış Karacehennem İbrahim Ağa’nın askerleriyle yeniçeriler Horhor Çeşmesi yakınında karşılaştı. İbrahim Ağa, lakabının hakkını verircesine topları ateşledi. Sonuç korkunçtu… Yeniçeriler arkalarında çok sayıda arkadaşlarının cesedini bırakarak Etmeydanı’na doğru çekildi. İkinci bir kol Saraçhane’den Etmeydanı’na doğru yönelmiş, üçüncü bir kol da arkadan sevk edilmişti. Paniğe kapılan isyancılar Yeni Odalar denilen kışlalarına kapanıp, kapıların arkasına taş yığdı. Böylece kendilerini hapsetmekle kalmamış, şehrin diğer bölgelerindeki arkadaşlarını da kaderlerine terk etmişlerdi.

Son arabuluculuk çabaları da sonuç vermeyince toplar ateşlendi. Askerler ve halk bu sırada Etmeydanı’na girdi. Topçular da salkım ve yağlı paçavralar atarak Yeni Odalar’da büyük bir yangın çıkardı. Yeniçeriler büyük kayıplar vermiş, ortalık cehenneme dönmüştü. Daha sonra, Şehzadebaşı’ndaki Eski Odalar’a yönelen birlikler buraya sığınan yeniçeri subaylarını ya öldürdü ya da tutukladı. Tutuklananlar Sultan Ahmet Camii’nde sorguya çekildikten sonra hünkâr mahfili altındaki odada idam ediliyor, cesetleri Atmeydanı’ndaki Vakvak Ağacı adı verilen ünlü çınarın altına yığılıyor, çınarın dallarında asılan yeniçeriler sallanıyordu.

Şehirde bir sürek avı başlamıştı. Üç gün içinde altı ilâ on bin yeniçeri öldürülmüş, sürülmüş ya da kaçmıştı. Tarihçi Reşad Ekrem Koçu, olaylar sona erdiğinde imparatorluk sınırları dahilinde yaklaşık 140 bin kişinin, yeniçeri olduğu ya da zannedildiği için idam edildiğini belirtiyor. Sadece yeniçeriler değil, İstanbul’daki kışlaları, Yeni Odalar, Eski Odalar ve Ağa Kapısı da olaylar sırasında yakılmış, tahrip edilmişti. Adı yeniçerilerle özdeşleşen Bektaşi tarikatı yasaklanmış, tekkeleri yıkılmıştı.


Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra, geriye hiçbir iz kalmaması için II. Mahmut’un, yeniçerilerin mezar taşlarının dahi yok edilmesi emrini verdiği iddia edilir. Ancak, Üsküdar Ayazma Camii haziresinde bulunan taşlar gibi, yeniçeri mezar taşlarından bazıları günümüze kadar ulaşmış durumda. Tarihi belge niteliğindeki taşlardaki asıl kıyım çarpık kentleşme ve istimlâkler yüzünden yaşanmış. Bazılarında yeniçerinin mensup olduğu ortanın remzi de taşın üzerine işlenmiş.

İstanbul yeniden fethedilmiş gibi herkesi bir kurtuluş heyecanı sarmıştı. Binlerce yeniçerinin öldüğü bu olay dönemin tarihçileri tarafından Vaka–i Hayriye (Hayırlı Olay) olarak adlandırıldı. Devletin, yani resmi görüşün tarafından bakıldığında görünen manzara buydu. Ancak diğer taraftan bakıldığında bu olay pek de hayırla anılmıyordu. Osmanlı toplumunun gündelik hayatında önemli yer tutan yeniçerilerin ve Bektaşiliğin ortadan kaldırılması, Reha Çamuroğlu’nun da aralarında yer aldığı bazı araştırmacılar tarafından Vaka–i Şerriye (Kötü Olay) olarak nitelendiriliyor. Her durumda, dört yüzyıldan uzun bir süredir Osmanlı Devleti’nin en seçkin askerleri olarak kabul edilen bu birlikler tarih sahnesinde bir daha rol almamak üzere yok edilmişti.

Peki, kimdi bu yeniçeriler? Osmanlı’nın “muhteşem askerleri” bu sona nasıl ulaşmıştı?

Yeniçeriler ortaçağın sonlarında Batı Avrasya’da önem kazanan piyade birlikleri ve düzenli orduların ilk örnekleri arasında yer alıyordu. Yeniçeri adı, başlangıçta yayalardan oluşan yeni orduyu belirtiyor olsa da, sonra giderek genişleyen kapıkulu ocakları teşkilatında, piyade güçlerden oluşan en büyük ve nüfuzlu ocağın adı olmuştu. Yeniçeri Ocağı’nın tam olarak ne zaman kurulduğuna ilişkin bilinen kesin bir veri yok. Ancak tarihçiler I. Murat döneminde (1362–1389) kurulduğu konusunda büyük ölçüde hemfikir. Kaynaklara göre, savaş sahnesine ilk kez 1389 Kosova Savaşı’nda çıkıyorlar. Önem kazanmalarıysa, 15. yy. ortalarında savaşlarda ateşli silahların belirleyici rol oynadığı döneme rastlıyor. 1443 ve 1444 Osmanlı–Macar savaşlarının kaderini değiştiriyorlar. Zaten ocağın kurulma amacı da buydu: Balkanlar’a hızla yayılmakta olan Osmanlı’nın ihtiyaçlarını karşılayacak, manevra kabiliyeti yüksek, dönemin şartlarını yerine getirebilecek bir güce sahip olmak… Daha önce savaşanlar, savaştan sonra kendi işine dönen, Anadolu’nun Türkmen-Müslüman ahalisiydi. Belirli bir askeri düzene bağlı olmamaları nedeniyle fetihlerin devamı için sürekli silah altında ve doğrudan sultana bağlı olacak bir orduya ihtiyaç duyuluyordu.

Yüzyıllar boyunca yeniçeri ordusunun başlıca asker kaynağını oluşturacak devşirme sisteminin kökeninde “pençik” uygulaması vardı. Pençik uygulamasına göre, savaşlarda esir alınan her beş esirden biri, hükümdar hakkı adıyla ya da bir çeşit vergi olarak devlete verilirdi. 15. yüzyıldan itibaren sadece pençik usulüyle asker toplamakta ve daha büyük bir ordunun oluşturulmasında güçlükler yaşanınca, Acemi Ocağı’nda eğitilmek üzere devşirme usulüyle asker adayları toplanmaya başlandı. Bunda Osmanlı’nın fetih ve yayılma tutkusunun da rolü vardı. Daha sonra, çıkarılan bir ferman, bir yerleşim yerindeki hane sayısının 40’ta biri oranında, genellikle 14–18 yaşları arasındaki sağlam vücutlu ve akıllı erkek çocukların da devşirilmesi kuralını getiriyordu.

I. Mehmet’in hükümdarlığı (1413–20) sırasında eski Türk soylularının tepkisi sonucu dondurulan devşirme yöntemi II. Murat döneminde yeniden hız kazandı ve ünlü Fatih Kanunnamesi’yle yasalaştı. Buna göre Müslüman, Yahudi, Gürcü, Çingene, Kürt, Acem, Arap ve Türkler’in çocukları, evin tek çocuğu, köy kethüdasının çocuğu, çoban ve sığırtmaçlar, köse, kel, doğuştan sünnetli, çok uzun ya da çok kısa boylu olanlar, Türkçe bilenler, zanaatkâr olanlar, İstanbul’u görmüş olanlar devşirilemezdi. Bu yöntem şehirlilere de uygulanmazdı. Boşnaklar’ın devşirilmesi de kuraldışıydı.

Devşirme fermanı çıkınca, atanan devşirme emini ve devşirme kâtibi Yunanistan, Bulgaristan, Macaristan, Sırbistan, Bosna–Hersek, Arnavutluk ve Hırvatistan’a giderdi. Devşirmeler genellikle Balkanlar ve Doğu Avrupa’dan seçilirdi. Sadece 1573 yılında Balkanlar ve Anadolu’dan devşirilen çocuk sayısı 8 bine ulaşıyordu. Ancak daha sonraları Anadolu’dan da asker devşirilmeye başlandı. Mimar Sinan da, Kayseri’nin Ağırnas köyünden alınan bir devşirmeydi.

Yeniçeri silahları:

 Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi

Gürz: Çoğunlukla demir, bazen bakır, tunç ve pirinçten yapılırdı.

Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi

Gürz: Çoğunlukla demir, bazen bakır, tunç ve pirinçten yapılırdı.

Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi

Savaş baltası: Bir yeniçeri kabadayısının “balta asması”, asılan yerden haraç aldığı anlamına gelirdi.

Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi

Süvari kılıcı: 18 yy’a tarihlenen bu tür kılıçlardan başka Yeniçeriler hançer ve yatağanlar da kullanırdı.

Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi

Kalkan: Göğüs göğüse çarpışmalarda yeniçerilerin en önemli savunma aracıydı.

Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi

Miğferler: Ön tarafında burnu koruyan, hareketli bir demir levha ve güneşlik siperi vardı. Arkasında ve yanlarında ise enseyi ve kulakları koruyan, zincir halkalardan oluşan enselik bulunurdu. Tolga da denirdi.

Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi

Miğferler: Ön tarafında burnu koruyan, hareketli bir demir levha ve güneşlik siperi vardı. Arkasında ve yanlarında ise enseyi ve kulakları koruyan, zincir halkalardan oluşan enselik bulunurdu. Tolga da denirdi.

Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi

Gürz: 17. yy tarihli bu gürz Askeri Müze’de sergileniyor. Çivisiz gürzlere “matrak” denirdi.

Devşirme emini ve memurları sancakbeyi, kadılar ve tımarlı sipahilerin yardımıyla ve köy papazının eşliğinde vaftiz defterinden kimlik tespiti yaptıktan sonra çocukları seçerdi. Bazı aileler için oğullarını devşirme vermek zorunda olmak bir insanlık dramıydı. Ancak, özellikle yoksul olan bazılarına göre, çocuklarının istikbali düşünüldüğünde bulunmaz bir fırsattı. Reşad Ekrem Koçu, Sokollu Mehmet Paşa’nın Cevahirü’l–Menakıp’ta geçen devşirilme hikâyesinde ebeveynlerinin yaşadığı kararsızlığı anlatıyor: “Sultan Süleyman Kanuni’nin ilk saltanat yıllarında faziletli bir adam olarak tanınmış yayabaşılardan Yeşilce Mehmet Bey oğlan devşirme hizmetiyle Bosna’ya gönderilmişti. Usulünce dolaşarak lâyık olan çocukları ararken Sokol kasabasında Sokolovik adındaki kişizadenin oğlunu gördü ve pek beğendi ve babasından oğlanı istedi. Sokolovik’in aklı başından gidip oğlanı sakladı. Çocuğun bir keşiş dayısı vardı, ilim ve servet sahibiydi. Yeşilce Mehmet Bey’e, oğlana bedel çok para teklif etti. Yeşilce Mehmet Bey rüşveti reddetti, oğlanın ailesini tatlılıkla iknaya çalıştı: ‘Ey nadânlar (cahiller)! Bilmez misiniz ki bu müstait (yetenekli) çocuk padişah kapısında saadet–i cavidânîye (ebedi mutluluğa) mazhar olacaktır; onun sayesinde her biriniz servet ve saadete kavuşacaksınız. (…) Bu oğlan bir gün hepinizin elinden tutacaktır.’ Velhasıl gerek bu sözlerin tesiri gerekse oğullarını kurtaramayacaklarına akılları erdiğinden oğlanı gizledikleri yerden çıkarıp Yeşilce Mehmet Bey’e teslim ettiler. Yeşilce Mehmet Bey de (…) o yavru şahini yuvasından aldı ve gerek onu gerek diğer maruf ailelerden devşirdiği kırk kadar oğlanı maiyetinden münasip kimseleri katarak Edirne’ye yolladı. Sokolovik oğluna yolda iyi bakılmasını bilhassa emretti.”

Devşirilenler “sürü” denilen 100–200 kişilik gruplar halinde Edirne yoluyla İstanbul’a gönderilirdi. Burada yeniçeri ağası ve hekimler tarafından kontrol ve muayeneleri yapılır, sünnet edilir ve Müslüman adlarını alırlardı. Bu adlar genellikle Abdullah (Allah’ın kulu), Abdülmennan ya da “abd” (kul, köle) sözcüğüyle başlayan ve babanın gayrimüslim olduğu anlamını taşıyan çeşitli isimlerdi.

İçlerindeki yakışıklı, becerikli ve zeki olanlar Galata Sarayı (Galatasaray Lisesi’nin eski adı Mekteb–i Sultani buradan gelir), İbrahim Paşa Sarayı, Edirne Sarayı ve Topkapı Sarayı Enderun bölümünde saray içoğlanı yetiştirilmek üzere eğitime alınırdı. Sağlam yapılı ve güçlü olanlar ise Bostancı Ocağı’na gönderilirdi. Diğerleri de Türkçe ve İslam âdetlerini öğrenmek üzere Anadolu ve Rumeli’deki Türk köylülerin yanına verilirdi. Bu dönemde devşirme oğlanlarının yılda bir kez devşirme ağaları tarafından denetlenmesi zorunluydu. Birkaç yıl bu şekilde hizmet ettikten sonra acemi oğlanı yazılırlardı. Sekiz, on yıl acemi olarak eğitim gördükten sonra “kapıya çıkar,” yani ocağın kütüğüne kaydedilerek yeniçeri olurlardı.


Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı Mehteran Bölüğü’nün müzenin açık olduğu her gün verdiği otağ salonundaki konserde ön planda yer alan “zırhçı”, seferlerde Mehteran Bölüğü’ne eşlik ediyordu

Yeniçerilik güç bir meslekti ama tüm Akdeniz havzası ve Avrupa’yla karşılaştırıldığında, yüksek ve düzenli bir maaş (ulufe), sakatlık ve emeklilik (oturak) hakları, bir dayanışma örneği olarak nitelendirilebilecek “orta sandığı” gibi avantajlar bu mesleği orta ve yeni çağların koşullarında göreli olarak cazip kılıyordu. Sefere her çıktıklarında ve padişahın tahta çıkış (cülus) törenlerinde aldıkları bahşiş, mesleğin cazibesini daha da artırıyordu.

Kanuni döneminde, Yeniçeri Ocağı’nın nüfusu yaklaşık 14 bindi. Bazı ortalar padişah sefere çıktığında onun maiyetinde sefere katılır, bazıları imparatorluğun sınır, kale ve şehirlerinde asayişi sağlardı. Bazılarıysa padişahın av maiyetiydi. Sekbanlar adı verilen bu ortalar, Edirne ve İstanbul civarındaki çiftliklerde otururdu. Avda kullanılan şahin, doğan ve cins cins köpekleri yetiştirmek ve bunların bakımını yapmak, sekbanların görevleri arasındaydı. Bir rivayete göre, lakabı da “Avcı” olan IV. Mehmet bazen haftalarca süren büyük sürek avlarına 25–30 bin kişilik maiyetle çıkıyordu.

Her ne kadar imparatorluğun diğer şehirlerinde kalabalık bir yeniçeri nüfusu varsa da ocağın kalbi fetihten sonra İstanbul’da, payitahtta atmaya başlamıştı. Yeniçeriler’in İstanbul’daki ilk kışlası Eski Odalar, bugünkü Şehzadebaşı’ndaydı. 1509’daki yangından sonra burası ahşap olarak yeniden inşa edilmiş olsa da çoğu, 1540’larda Şehzade Camii Külliyesi’ne yer açmak için yıkıldığında Aksaray ile Horhor arasında kalan arazide Yeni Odalar adı verilen ikinci bir kışla yapıldı. Burada her sabah, ocağın seğirdim ustaları tarafından Etmeydanı’na getirilen etler, dua edildikten sonra ortalara dağıtılıyordu. Sultan onlara “nimet” sunuyor, onlar da bu nimet karşılığında “hizmet” ediyorlardı.

Yeniçeriler seferler dışında, güvenlik ve itfaiye hizmetleri başta olmak üzere çeşitli kamu hizmetlerini de üstlenmişti. İstanbul’un asayişini sağlamak üzere kurulan kolluklarda görev almışlar, İstanbul’un korkulu rüyası haline gelen yangınları söndürme görevi onlara verilmişti. Her ne kadar izleri yok edilmeye çalışılmış olsa da, İstanbul’da hâlâ onları hatırlatacak ipuçlarına rastlıyoruz. Galatasaray’daki “Turnacıbaşı Sokağı” ve “Kalyoncu Kulluğu Caddesi” bu izlerin örnekleri arasında.

Tarihçi Cemal Kafadar, “Bu renkli topluluğun âdetleri ve yaşam tarzının bazıları tarafından hor görülse de birçok kişiyi özendirdiğini, yeniçeri kökenli argo ve modaların İstanbul kültürünü derinden etkilediğini” söylüyor. 18. yy’da teknolojik bir yenilik olarak itfaiyeci acemi oğlanlar ve yeniçeriler arasında yaygınlaşan tulumbacı altkültürü, 20. yy’ın başlarına kadar kahvehane kültürü ve şiirleriyle İstanbul’u sarmıştı. Yine 18. yüzyılda “Cezayir kesimi” modası yeniçeri ocaklarından çıkmış, kibar ailelerin çocukları, bıçkın delikanlıların sokaklarda boy gösterdiği bu acayip giysiyi ve göğüs kıllarını tarayıp boncuklarla süsleme âdetini taklit etmişlerdi. Kendi “oda”larının yanı sıra kahvehanelerde toplanan yeniçeriler zamanla kendi kahvehanelerini açmışlar ve burada hatırı sayılır bir edebiyat üretmişlerdi. 17. ve 18. yüzyıllarda “Kul” mahlasıyla şiir yazan saz şairlerinden birçoğu yeniçeriydi. Çardak Kulluğu çorbacısı Galatalı Hüseyin Ağa, dönemin İstanbul’unun kozmopolit yapısını yansıtan bu kahvelerden birini şöyle anlatıyordu: Pek mükellef yapmış kalfası Balyan/ Kahve değil, kurmuş koca bir dalyan/ İçinde cem olmuş peripeykerler/ Türk, Urum, Ermeni, Frenk, İtalyan IV. Murat’ın ünlü kahve yasağı da yeniçerilerin kahvehanelerde yaptıkları sohbetlerle yakından ilişkiliydi. Çünkü buralarda devletin uygulamalarına dair sohbetler de yapılıyordu.


Akide şekerinin kökeni yeniçeri âdetlerine dayanıyor. Akide sözcüğü Arapça’da inanç, bağlılık anlamına geliyor. Üç aylıklarını aldıkları ulufe divanı günü saray avlusunda yeniçerilere bir yemek verilir, sadrazam ve Divan-ı Hümayun üyeleri yemeği tattıktan sonra kendilerine ağalar tarafından tabaklar içinde şeker sunulurdu. Bu, askerlerin şikâyette bulunmadığına, padişaha bağlılıklarının tam olduğuna dair bir işaretti. Akide denilen bu şekerler saray helvahanesinde özel olarak hazırlanırdı. Bu şeker günümüzde özellikle mevlitlerde Allah’a ve Peygamber’e bağlılığın simgesi olarak ikram ediliyor.

Yeniçeriler şehrin ekonomik ve ticari hayatında da önemli bir yer oynuyordu. Dükkân işleten, kiraya veren, zanaatkârlık yapan, çiftçilikle uğraşan yeniçeriler vardı. Bunlar aileleriyle birlikte şehrin nüfusunda belirli bir paya sahipti. “Nimet–hizmet” ilişkisine dayanan Osmanlı toplumsal sisteminde yeniçerilik bir tür sosyal güvenlik kurumu olarak da görülüyordu. İmparatorluğun dört bir yanından şehre gelen büyük çoğunluğu Müslüman Türkler, Arnavutlar, Kürtler, Boşnaklar, Lazlar, Kafkasyalılar ile Rum, Ermeni, Slav ve Avrupalı Hıristiyan kökenli mühtediler (dönmeler) Yeniçeri Ocağı’na sığınmış hem bir ekmek kapısı hem de bir dost çevresi edinmişlerdi.

Tüm bu değerlendirmeler göz önüne alındığında, Vaka–i Hayriye denen olayın büyüklüğü, toplumsal boyutları ve şehrin gündelik hayatına yaptığı etkiler daha iyi anlaşılabilir.

Yeniçerilerle ilgili az bilinen konulardan biri de Bektaşilikle olan ilişkileri. “Pirimiz” dedikleri Hacı Bektaş Veli’nin 13. yüzyılın ikinci yarısında ölmüş olduğu göz önüne alındığında, Hacı Bektaş’ın yeniçerilerin başına beyaz keçeden börk giydirmesi ve onlara “kazan–ı şerif”ten kendi elleriyle çorba dağıtması gibi inanışların efsane olduğu ortaya çıkar. Yine de Yeniçeri Ocağı, Bektaşi tarikatının en güçlü olduğu Osmanlı kurumlarından biriydi, ama bütün yeniçeriler de Bektaşi değildi. Buna karşın 16. yüzyılın sonlarından itibaren ocağa Hacı Bektaş Ocağı, askerlerine “Taife–i Bektaşiyân”, ağalarına “Dudemân–ı Bektaşiyân” (Bektaşiler Hanedanı), hiyerarşisine de “Silsile–i Bektaşiyân” denildiği biliniyor. Ayrıca, ılımlı bir tarikat olan Bektaşiliğin, gayrimüslim kökenli pençik ve acemi oğlanları arasında daha kolay kabul gördüğü ve onlara İslam dinini en pratik yoldan telkin etmiş olduğu akla yakın geliyor. Ancak bu ilişki nedeniyle Bektaşilik büyük darbe almış ve 1826 olaylarından sonra Bektaşi tekkeleri de yerle bir edilmişti.

Savaş meydanlarından sosyal hayata kadar bu denli yayılmış olan yeniçeriler ve yüksek rütbeli devlet görevlileri başlangıçta tamamen hükümdara ve devlete sadık, halkla ve yerel güçlerle herhangi bir bağı olmayan bir hassa ordusu ve bürokrasisi oluşturuyordu. Ancak 17. yy’da yeniçerilerin evlenmesine izin verilmesiyle birlikte, çocukları da, “kuloğlu” adıyla devşirmelerin yerini almaya başladı. Giderek “kul kardeşi,” “ağa çırağı” gibi kural dışı devşirme yolları açılınca asıl devşirme bölgelerinden çocuk alınmasına gerek kalmadı. Evlenip çoluk çocuğa karışan, esnaflığa başlayan ve yerel halkla bağ kuran yeniçeriler özgün işlevlerini kaybetmiş; bir tür lonca haline gelmişti. Nitekim Reşat Ekrem Koçu, Vaka–i Hayriye’yi yorumlarken “mahalleler halkının takım takım sancak altına koştuğunu yazan vakanüvisler o mahalleler halkının en az yarısının yeniçerilikle bağları olduğunu niçin unutmuşlardı?” sorusunu soruyordu.

Koçu, yeniçerilerdeki bozulmanın ilk işaretlerinin III. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet’in 1582’deki düğünü sırasında görüldüğünü aktarıyor: “III. Murat düğün sırasında davetlileri çok eğlendiren üç hokkabaza masal padişahları gibi buyurur: ‘Dileyin benden ne dilerseniz!’ Hokkabazlar da ‘Yeniçeri olmak dileriz!’ der. Padişah, tüm itirazlara rağmen, ‘söz verdim, dönemem’ diye onları yeniçeri yazdırır ve ünlü yeniçeri nizamı padişah emriyle bozulmuş olur.”

Bu masalsı anekdot, içinde bazı doğrular barındırıyor olsa da, yeniçeri ocağındaki bozulma ve çöküşü açıklamak için tek başına yeterli değil. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasında birkaç neden etkili olmuştu. Bunlardan biri, III. Murat döneminde ocağın mevcudunun devşirme usulünün dışında hızla şişirilmesi, buna bağlı olarak disiplinin bozulmasıydı. Yeniçerilerin halkın arasına karışması yeniçerilerin sadece sarayda dönen entrikalardan değil, halkın hoşnutsuzluk ve taleplerinden de etkilenmelerine yol açtı. Bu, yalnızca sultana ve devlete itaat etmesi beklenen savaşçı bir sınıf için en istenmeyen durumdu. Ocağın mevcudunun hızla artmasının gerçek nedeniyse Avrupa’da yeniçağa damgasını vuran “askeri devrim”di. Yeni ordularda tımarlı sipahilerin önemi azalırken ateş gücü yüksek tüfekli piyadelerin önemi artmıştı. Osmanlı yöneticileri, zaten fetihlerin azaldığı ve devşirme sisteminin aksamaya başladığı bir dönemde çareyi ocağın mevcudunu artırmakta görmüşlerdi. Bu durum, paradoksal bir şekilde, sahip oldukları güçlü piyade ordusunun çöküşünü getirmişti.

Gerçekte Yeniçeri Ocağı’nın tarihi, bir isyanlar tarihi olarak da okunabilir. 1446’da II. Murat’ın, yerine henüz çocuk yaştaki II. Mehmet’in tahta geçirilmesi üzerine çıkan Edirne Buçuktepe isyanıyla başlayan ve 1826’da ocağın kaldırılmasıyla sonuçlanan isyanların nedenleri çeşitliydi: Tahta geçen padişahı beğenmeme, para tağşişi (devalüasyon), cülus bahşişlerinin az bulunması, saray içindeki çeşitli entrikalar, siyasi çıkarlarının zedelenmesi… Yeniçeriler daha 15. yüzyılın ortalarından itibaren, saltanat kavgalarının kaderini belirlemeye, sadrazam öldürmeye, taht alıp taht veren bir baskı grubuna, bir çeşit siyasi partiye dönüşmeye başlamıştı. Yüksek vurucu güçleri ve iç dayanışmaları bu konumlarını güçlendiriyor; mutlak egemenliklerini yeniçerilere dayandırmak isteyen sultanları çıkmaza sürüklüyordu.

18. yüzyıl sonlarında, merkezi devletin gücünü yeniden kurmaya yönelen Osmanlı egemen sınıfının otoriter reformcu kanadına karşı, yeniçeriler aynı sınıfın gelenekçi kesiminin etkisine girmişlerdi. Nizam–ı Cedit’in kuruluşu gibi, orduyu modernize etmek isteyen hareketlerin karşısında duruyorlardı: Dönemin modern askeri talimlerine karşı çıkan, “Biz kılıç ile keçe çalar, şişhane atar, nişan vururuz” ifadesinde kendini gösteren modernleşme karşıtı tepki, 1826’da yine kendilerinin çıkardığı bir isyanın sonucunda çok kanlı bir şekilde cevabını bulacaktı.

Yeniçeriler arkalarında efsaneler, kahramanlıklar, isyanlar, duygu yüklü şiirlerle birlikte mezar taşlarını da bıraktılar. Tarihçi ve araştırmacılar, özellikle yeniçeri mezar taşlarından hareketle, yeniçerilerin izlerini araştırırken, 1826 olaylarından geriye kalan yanıtsız bir de soru var:

“Bu kadar kanlı olması gerekir miydi?”

Bu makale National Geographic Türkiye’nin Haziran 2010 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

Kaynak: http://www.nationalgeographic.com.tr/makale/kesfet/yeniceriler/2649

Görüntülenme Sayısı:
671
Kategoriler:
National Geo · Tarih

Yorumlar yapılamaz.