Birbirinden haberi olmayan ve ortak hiçbir dil konuşmayan kültürler iletişim kurmaya nasıl başladı?
Bir uzaylı gelse, evinizin önünde dursa, gizemli aracından inse ve dese ki… Hmmm, ne söylediğinin tek kelimesini bile anlamıyorsunuz. Gözlerinizi dikip bakıyor ve iyi (ya da kötü) niyetli olduğuna dair bir işaret arıyorsunuz. Eğer sizi yemeğe kalkışmazsa bundan sonra yapacağınız ilk hareket ne olur?
Bir ses çıkarırsa siz de yavaşça aynı sesi tekrarlar mısınız? Şarkı söylerse siz de şarkı söyler misiniz? Dansa benzer dostça hareketler yaparsa siz de aynısını yapar mısınız? Steven Spielberg’in Üçüncü Türden Yakınlaşmalar filmini görenler, “önce siz buyurun” yaklaşımını tercih edebilir. Onların yaptıklarının aynısını yapar.
Kristof Kolomb’un İspanya Kraliçesi İsabel ve Kralı Fernando’ya (bu ben olurdum) yazdığı mektupları okuyanlar ise şöyle diyebilir: Çok ama çok dikkatli olun.
Kolomb’un Trinidad adasına çıktığı günü ele alalım. Stephen Greenblatt, 1991 yılında yazdığı Marvelous Possessions: The Wonder of the New World adlı kitabında ilk karşılaşmaların Spielberg’in filmindeki kadar bîhaber, tehlikeli ve cüretkâr olabileceğini söylüyor.
Kolomb’un, keşiflerini bildirmek üzere kral ile kraliçeye yazdığı (ve 1493’te yayımlanan) mektubunda anlattığına göre, gemilerinden birinde kıyıya doğru ilerlediği sırada…
Fotoğraf: Culture Club, Getty Images
….biraz ileride sandallarıyla toplanmış Yerliler görmüştü. Başlarına Marco Polo’nun kitabında bahsettiği türden süslü örtüler takan bu kişilerin, bulmayı umduğu “Hintliler” gibi sofistike (ve bolca baharat ve altına sahip olan) insanlar olabileceğini düşünmüştü. El işaretiyle gemiye çağırmıştı. Karşı taraf bakmış, bağırarak anlamadığı bir şey söylemiş ve taraflar yerlerinden kımıldamamıştı.
Onu izliyorlardı ama oldukları yerde duruyorlardı.
Kolomb, Avrupalılarla bu adanın sakinleri arasında ortak kelimeler olmadığının gayet farkındaydı. Engeli aşacak, iyi niyetini belirtecek –en azından bir parça ima edecek– ticaret yapma isteğini bildirecek bir yol bulmaya çalışmıştı. (Aynı zamanda dinlerini değiştirmek ve duruma bağlı olarak esir de almak istiyordu. Ama henüz değil. Şimdi değil. Şimdi amaç “merhaba” demekti.)
Attığı ikinci adım, Yerlilerin görebilmesi için geminin üst güvertesine parlak tavalar ve objeler (ayna olabilir mi?) yerleştirmek olmuştu. Biraz daha yakına gelmişlerdi, meraklı görünüyorlardı ama çok da fazla yaklaşmıyorlardı.
Bu noktada dans etme fikri aklına gelmişti. “Kıç kasarasına [üst güverte] bir zilli tef getirttim,” diye yazmıştı Fernando ile İsabel’e. Herkesin çalabileceği bu basit enstrümanla danslı bir eğlence yapmayı umuyordu. Müzik aleti “genç adamlardan bazılarını dans etmeye çekebilirdi, yakına gelebilirlerdi.”
Kolomb’un gemisindekilerden birisi zilli tefi sallayarak dans etmeye başlamıştı.
Etkisini hemen göstermişti ama Kolomb’un düşündüğü gibi değil. “Çalınıp oynandığını gördükleri anda,” diye yazmıştı, “hepsi birden kürekleri bıraktılar, yaylarına sarılıp gerdiler, kalkanlarını çıkarıp ok atmaya başladılar.”
Kolomb’un tanışma dansı Trinidadlılara bariz bir savaş ilanı gibi görünmüştü. Taraflar savaşmış sonra da çekilmişlerdi.
“Ondan sonra,” diye yazmıştı Kolomb, “Ne onları ne de adanın başka sakinlerini bir daha görmedim.”
Dansta Ustalık
Danslı tanışma tehlikeli olabiliyor anlaşılan. Ama ilginçtir ki aynı yöntem tekrar tekrar denenmişti. Avrupalı kâşiflerle Kuzey, Güney ve Orta Amerikalılar arasında o kadar fazla ilk karşılaşma yaşanmıştı ve dans öyle basit ve kolay bir seçenekti ki, Kolomb’un deneyimi kötü sonuçlanmış olsa bile selamlaşma danslarının gelişmesi kaçınılmazdı. Ve zaten öyle de olmuştu.
Şimdi de Newfoundland’e gidelim. Yıl 1612. Kolomb’dan bir yüzyıl sonra.
Fotoğraf: Arpin Philately
Bu kez kaşifimiz John Guy adlı bir İngiliz tüccar. Terk edilmiş bir yerli kamp yerinde karaya ayak basmış ve bazı eşyalar bulmuştu: “Çok güzel parlatılmış bakır bir çaydanlık, kürk elbise, birkaç fok derisi, eski bir yelken ve bir olta makarası.”
Guy mürettebatına hiçbir şey almamalarını, eşyaları düzgün bir şekilde üst üste yerleştirmelerini söylemiş ve en üste de birkaç kraker ve “üç-dört kehribar boncuk” koymuştu. Bu bir işaretti: Eşyalarını istemiyoruz, sana küçük bir hediye bıraktık. Belki bizimle ticaret yaparsın.
“O anda iki kayık belirdi,” diye yazmıştı Guy daha sonra. Selamlaşmanın ardından iki Yerli kumsala çıkmıştı, içlerinden biri beyaz bir bez taşıyordu (barış simgesi mi?). “Gırtlaktan gelen” bir ses çıkarmıştı ki yerlilerin konuşmaya hazır olduğu anlamına gelebilirdi. Ancak ortak sözcükleri olmadığı için İngilizler ne yapacaklarını bilemiyorlardı.
Yerlilerden biri “bağırarak konuşmaya başladı ve beyaz bayrağı salladı.” İngilizler de eline beyaz bir bayrak verdikleri Bay Whittington’u yollamıştı. Birbirlerine yaklaşmışlardı. Yerli, bayrağını yere atmıştı. Whittington da aynı şeyi yapmıştı. İkinci bir Yerli daha gelmiş ve ondan sonra birdenbire hiçbir neden yokken “dans etmeye, zıplayama, şarkı söylemeye, yakınlaşmaya başlamışlardı.”
Çizim: Robert Krulwich
İngilizler donakalmamıştı. Ateş etmemişti. Aksine, Whittington da onlara katılmış ve “üçü birden şarkı söyleyip dans etmiş” ve zıplamalar sırasında Whittington yeni edindiği iki arkadaşına deri ipe dizilmiş deniz kabuklarından bir kolye, bir bıçak ve “saça takılan bir tüy” vermeyi başarmıştı.
Whittington’a mürettebattan Fraunces Tipton da katılmıştı. “Dördü birden dans ettiler, güldüler, sevinç ve mutluluk işaretleri yaptılar, bazen kendilerinin bazen de diğerlerinin göğsünü yumrukladılar.”
Göğüs yumruklamanın, hatta dansın tamamen doğaçlama olduğunu söylüyor Greenblatt. Taraflar, Üçüncü Türden Yakınlaşmalar’da olduğu gibi birbirlerini taklit etmişti. Siz yapın, ben yineleyeyim. Ve işe de yaramıştı.
Bu iki durumda da sorun sözcükler olmamasıydı. Ortak bir kültürü paylaşmayan iki grup bir araya geliyor, sesler çıkarıyor, işaretleşiyordu ama her iki taraf için de ne olup bittiğini anlamak zordu. Greenblatt, Kolomb’un mektuplarının “anlayamadık,” “bilmiyoruz”, “açıklayamadık” ifadeleriyle ve en azından ilk başlarda iletişime geçmek için nasıl bir yol aradığını anlattığı yazılarla dolu olduğunu söylüyor. Bu yol dans etmek de olabilirdi, akla ne gelirse yapmak da. Ve her şey şansa bağlıydı, başarılı da oluyordu başarısız da. Ama çoğu kez başarısızlık yaşanıyordu.
“Neeee?”
En sevdiğim “başarısızlık” öyküsü bir isme ait. Bugün haritalarda görebileceğiniz gerçek bir isim. 1580’de bir Fransisken rahiple birlikte Orta Amerika’da yolculuk eden Antonio de Ciudad Real adlı genç bir katibin günlüğüne dayanıyor. Bir gün, Meksika’nın doğusunda, Karayip sahilindeyken “Buranın adı ne, adını nasıl aldı?” diye sormuşlar Yerlilere.
“İspanyollar burayı keşfettiklerinde,” diye yazmış Ciudad Real, “liderleri yerlilere buranın adının ne olduğunu sormuş. Dilini anlamayan yerliler de uic athan diye cevap vermişler. Yani söylediklerinizi ya da konuştuğunuz dili anlamıyoruz.
Yani Mayalar “Neeee?” diye cevap vermişlerdi. Yani “Uic athan; söylediklerinizin tek kelimesini anlamıyoruz.”
Ciudad Real’in yazdığına göre haritaya da böyle geçmişti: “İspanyollar buraya Yucatan adı verilmesini emretmişler.”
North Wind Pictures, Alamy
“Mayaların ‘anlamıyorum’ anlamındaki sözü,” diye yazıyor Greenblatt, “ellerinden zorla alınan topraklarının sömürge adı haline gelmişti.”
Özetlemek istersek: İki yabancı kültür ilk kez yakın temasa geçtiğinde hiç kimse birbirinin ne dediğini anlamıyor ve iyi, kötü, komik, üzücü olaylar yaşanıyor. Hem de çok sayıda.
Kaynak: http://www.nationalgeographic.com.tr/makale/kesfet/kolomb-selamlasmak-icin-ne-yapmisti-dersiniz/2735