Bir tohum binlerce yıl uykuda kaldıktan sonra uyanıp, hiçbir şey olmamış gibi yeşerebilir mi?
Hikâyemiz sessiz sakin bir müzede, bir kabinin içinde başlıyor. Orada, o karanlığın içinde, yığın halinde bazı tohumlar duruyor: Gülibrişim ağacı tohumları. Çin’den geliyorlar. 1793 yılında, Pekin’den Londra’ya bir İngiliz diplomat tarafından, ipek yetiştirmek isteyen İngilizler için muhtemelen gizlice getirildiler.
1940’a geçiyoruz. Alman bombardıman uçakları Londra göklerinde uçuyor, British Museum’un botanik bölümünü vuruyor , kabinimize isabet ediyor ve tohumları etrafa saçıyor. Havada süzülüyor, tutuşuyorlar ve itfaiye ekipleri tarafından söndürülerek enkaz altında terk ediliyorlar. Haftalar sonra işçiler, savaş alanında bazı filizlerin yeşerdiğini, fidanlarının alanı kapladığını görüyor. Kabinde geçen 150 yılın ardından gülibrişim tohumları yeşermişti.
Tohum işte. Böyle bir huyu var.
Bir tohum, özünde, büyümeyi bekleyen bir embriyo en nihayetinde. Yoluna devam edebilmesi için her şeye sahip. Ancak bu süreci duraklatabilme yeteneği de var. Bekleyebilir. Peki ne kadar? Hiçbir tohum sonsuza dek yaşayamaz. Öyleyse ne kadar süre gelişimini duraklatabilir?
Başka Bir Hikâye Daha
Bir baharat tüccarı olan Jan Teerlink, Henriette adlı bir Rus gemisiyle, Avrupa’daki evine doğru yol alıyor. Sene 1803. Uzak Doğu’dan çay ve baharat getiriyor. Bavulunda kırmızı, deri kaplı bir defterin sayfaları arasına sıkışmış 40 küçük kağıt paket tohum bulunuyor. İçlerinde çiçekli bitkiler familyasından pincushion protea da var. Teerlink bir tohum koleksiyoncusu. Atlantik’te yelken açtığı zamanlarda gemisi, İngiliz korsanlar tarafından saldırıya uğruyor. Korsanlar tayfayı saf dışı bırakıp, Teerlink’in mallarına ve defterine el koyuyorlar. Yasal korsanlar olduklarından paketli tohumları içeren defteri, İngiliz Amiralliği’ne teslim ediyorlar. Kimse tohumları fark etmiyor. Kitap Londra Kulesi’nde bir depo tesisine yollanıyor. Orada öylece duruyor. Daha sonra Birleşik Krallığın Ulusal Arşivlerine gönderiliyor. Burada da görüldüğü üzere, kitap, Hollandalı bir profesör tarafından bulunuyor. Tabii tohumlar hâlâ paketlerinde. Profesör onları dikiyor ve 200 yılın ardından, biri pincushion olmak üzere 3 sevimli filiz veriyor. Tam 200 yıllık bekleyişin ardından. Daha da iyisini bulabilir miyiz?
O Zaman Başka Bir Hikâye Daha
Yapabiliriz. 1960’lar arkeolaglarının Arjantin’de bulduğu bir mezarın içinde antik bir çıngırak bulunuyordu. Ceviz kabuğundan (juglans australis) yapılmıştı ve içindeki tesbih çiçeği ve zambak tohumları ile çıngırdıyordu. Kabuğu açtılar, tohumları çıkarıp ektiler ve tohumun filiz verdiğini gördüler. Karbonla yaşı ölçüldü ve tam 600 yaşında olduğu saptandı. Altı asırlık bir bekleyiş! Rekoru kırdık mı?
Hayır! Daha Da İyisi Var
İS 72-73 yılında, Romalı general Flavis Silva, Masada’nın kışında, Yahudi savunmasını kırıp geçtiği zaman, askerleri, Büyük Herodes tarafından yapılan saray bloklarına, Roma’ya direnmeye ant içmiş bir grup Yahudi isyancıyı yakalamak için hücum etmişti. Kadın, erkek ve çocuklardan oluşan neredeyse bin kişilik bir grubun peşindeydi. Kentin surlarına vardığındaysa kimseyi bulamadı. Romalılar geldiğinde hepsi çoktan ölmüştü. Topluca intihar etmişlerdi. Ölmeden önce tüm mallarını, paralarını, değerli eşyalarını ve yiyeceklerini bir ambara gömmüş ve mekânı yakmışlardı. Dumanlı bir tepeydi. Romalılar gitti. Dumanlar kaldı.
©Look and Learn, Jose Luis Salinas’ın renkli taş baskısı.
İki bin yıl sonra, bir arkeoloji takımı itinayla çöp yığınlarını kazmaya başladı. Paralar, aletler, tuz, tahıl ve tahmin edebileceğiniz gibi tohum buldular. İsa’nın döneminde Yahuda hurması tatlılığı ve lezzetilye meşhur bir türdü. Tüm Roma İmparatorluğu’na gönderiliyor ve kendisinden İncil ve Kuran’da güzel kelimelerle bahsediliyordu. Arkeologlar, o kurak ve muhafaza edilmiş harabeler arasında bir kavanoz hurma tohumu buldular. Tohumlar Bar-Ilan Üniversitesine gönderilerek karbonla yaşları belirlendikten sonra, Masada surlarından biraz daha yaşlı olduklarını anlaşıldı. Tam 2.000 sene önce toplanmışlardı.
2000 yıldan sonra dikilip filizlenen Methuselah adlı hurmanın 2008’de çekilmiş 3 yaşındaki fotoğrafı. Fidan şimdi 10 yaşında ve boyu 3 metreye ulaşmış durumda. [Fotoğraf: Arava Enstitüsü, EPA]
Peki filiz verecekler miydi? Hadi oradan, bu kadarı da fazla. Thor Hanson, yeni kitabı Triumph of Seeds’de Necef Çölü’ndeki Ketura Kibbutz’unda tarım uzmanlığı yapan Elain Solowey ile yaptığı söyleşide, “Böyle bir şeyin gerçekleşmesine ihtimal vermiyordum,” yanıtını aldı. Kendisine verilen üç tane iyi korunmuş tohumu hormon bazlı çözeltide yıkadıktan sonra bile şöyle diyordu: “Bu tohumların kapı tokmakları kadar ölü olduğunu düşünüyordum. Hatta kapı tokmağından bile ölüler,” Ama şu işe bak ki, kadın hepsini ekti.
Üstelik beklenmeyen oldu ve bir filiz elde etti. Filiz önce bir karış, sonra beş karış, sonra da on karış boya ulaştı. National Geographic’in bu yıl yayımladığı bir habere baktığımda, Solowey’in palmiye ağacı çiçek vermiş ve sağlıklı polen topakları verir hale gelmişti. Yani erkek bir palmiye. Gerçek bir Yahuda hurması üretebilmek için dişi bir palmiye eşe ihtiyacı var. Fakat Solowey, eski palmiyeye uyacak bir eş bulunmadığından, antik palmiyeyi modern bir palmiyeyle eşleştirip meyve elde etme imkanı buldu. Böylece onun 2000 yıllık yavru ağacı, gururla ve tevazu içerisinde belirttiği gibi “hurma üretebilir” halde.
Şimdi kendine ait bir bekâr evi bile var. “Ona kendini sulama sistemi, hırsız alarmı ve güvenlik kamerası olan, çitlerle çevrili bir bahçe inşa ettik,” diyor Solowey, Hanson’a.
Methuselah adlı hurma ağacının 2014 yılındaki hali. Masada’da bulunan 2000 yıllık bir tohumdan filizlenen ağaç metal çitlerle korunuyor. [Fotoğraf: www.holylandphotos.org]
Sözün özü, bu Masada hurması tohumu “Filiz Vermeden Önce En Çok Bekleyen Tohum” rekorunu eline alıyor.
Hiçbir şey yapmazken bile bir faaliyeti olan tohumlar üzerinde konuşulmayı hak eden bir konu. Bir çiçekçiden kurumuş bir tohum aldığınızda hatırlayın ki, onlar canlı. Belki belli etmiyor ve hissetmiyorlar fakat onları ıslak, nemli bir zemine ektiğinizde harekete geçiyorlar. Ölmüş olsalardı, ölü kalırlardı. Ya uyku halindeler –her ne kadar derin bir bekleyiş içerisinde gözükseler de–, ya metabolizmalarını aşırı yavaş bir şekilde çalıştırmaktalar ya da bizim “Ölüme yakın olan ama ölüm olmayan” dediğimiz, arafta kalmış bir ruh misali gizemli bir kategoride. Sırları her neyse, inanılmaz bir hayatta kalma gücüne sahipler ki bu da beni son hikâyemi (bu sefer gerçekten son) anlatmaya sürüklüyor.
Bir Zamanlar, Bir Sincap Vardı…
Otuz iki bin yıl önce –evet, burada uzun bir dönemi arkamızda bırakıyoruz– Sibirya’daki Kolyma Nehiri kıyılarında yaşayan bir sincap vardı. Bu sincap, sincap olmanın gerektirdiği üzere tohum topluyor ve topladığı tohumları yeraltındaki oyuklara gömüyordu. Aniden bir çığ, bir heyelan, veya korkunç bir fırtına, artık her neyse öyle bir felaket gerçekleşti ve sincabın oyuğunu dümdüz etti. Sincap bu oyuğu diğer birçok sincapla paylaşıyor olmalıydı; New York Times’a göre, arkeologlar birkaç yıl önce kazmaya başladıkları alanda 600 binden fazla tohum ve meyveyi buldular. Tohumları yetiştirmeyi denediler. Başaramayacaklardı. Ancak birazcık sağ kalan meyvelerin dokusundan yararlanarak, meyveleri klonlayıp, yaşayan, işleyen bir bitkiye, Silene Stenophylla’ya dönüştürdüler.
Tekrar hayata döndürülen en eski bitki olarak kabul edilen Silene stenophylla’nın filizleri. [Fotoğraf: Denis Sinyakov, Reuters]
Eğer bir parça doku 32 bin yıllık zaman sıçraması yapabiliyorsa, bir yerlerde 2 bin cimri yılı geçebilecek, ekilebilecek halde pek çok, hem de pek çok tohum olmalı. Dünyanın her yerine dağılmış, derin bir sessizlik içerisinde dinlenen ve bize hâlâ işe yarar olduklarını söylemeyen, sadece tek bir damla su, bir kıvılcım, ufak miktarda bir ısı ile hayata dönmeyi bekleyen şampiyonlarımızın, oralarda bir yerde olduğundan şüphelenmekteyim.
Bu hikâye burada böyle bitemeyecek kadar iyi.