Tikrit yakınlarındaki El Alam kasabasındaki bir anıt, sakinlerinin infazını gösteriyor.
Irak ve koalisyon güçleri, IŞİD’in Irak’taki son kalesi Musul’u ele geçirmeye hazırlanırken, örgütün kontrolünde geçen yıllarda kentte yaşananlar gün ışığına çıkıyor.
Kürt askerler, mevzilerinin bir kenarındaki sığınağın hemen yanındaki banketin üzerine çıkmış. Batıya, Dicle Nehri’nin aktığı vadiye bakan, dağlar boyunca uzanan cephenin en ucundaki birkaç mevziden biri bu. Irak’ta yılın en kurak dönemi, güneş geç batıyor. Gökyüzü yerle birleşmiş gibi. Karanlık yoğunlaşıyor, ancak askerler halen Dicle’nin yakın kıyılarındaki Musul kentini seçebiliyor. Ezbere bildikleri bir manzara bu; askerlerin parçası olduğu Peşmerge güçleri aylardır bu topakları karış karış gözlemleyip haritasını çıkarıyor. Ancak topraklar ilk günkü kadar çekici –ve tehlikeli. Baktıkları topraklardaki her şey IŞİD’e ait.
Uzun bir süredir konuşulan Musul harekatı başlamak üzere. Uluslararası bir saldırı gücü toplanmış. Irak ordusu IŞİD’i Felluce’den çıkarmayı başardı ve kuzeye ilerledi. Peşmerge de sırtını verdiği dağdan bastırıyor. ABD güçleri toplanıyor; Irak kuvvetleri ve aralarında Türkiye, İran ve diğer ülkelerin olduğu yabancı kaynaklı kuvvetler de öyle.
Musul’da panik var. Birleşmiş Milletler insani bir kriz bekliyor. Savaşın bir milyondan fazla kişiyi yerinden edeceği tahmin ediliyor. Sivil kayıpların boyutu korkunç olabilir: IŞİD bir süredir sokakları mayınlamak ve binalara tuzaklar kurmakla meşgul. Kent sakinleri Musul’dan kaçabilmek için her yolu deniyor. Kürt mevzileri de popüler bir kaçış rotasının son durağı. Neredeyse her gece dağa tırmanarak buraya gelen insanlar oluyor. Sırtlarındaki kıyafetlerinden başka hiçbir şeyi olmayan insanlar.
Bu gece askerler yedi kişilik bir ailenin gelmesini bekliyor. Ailenin babası, bir sağlık görevlisi olan Ayham Ali. Ali, dağ yakınlarında yaşayan kuzenini aramış, kuzen de komutana haber vermiş. Şimdi kuzen ve komutan, banketin üzerinde birlikte bekliyor.
Sağlık görevlisi Ayham Ali’nin eşi ve çocuklarından ikisi, Faziliye köyü yakınlarındaki Peşmerge mevzilerine ulaştıktan sonra dinleniyor.
Bu yolculuk aile için son derece tehlikeli. Musul’dan kaçmaya çalışırken IŞİD tarafından yakalanırlarsa hapse atılabilirler, dövülebilirler veya idam edilebilirler. Hatta her üçü de gelebilirdi başlarına. Kentten çıkmayı başardıkları takdirde bu yalnızca bir başlangıç olacak. Mevzilerin bulunduğu dağın eteklerindeki Faziliye kasabasından geçmeleri gerekecek. Faziliye IŞİD kontrolünde, ve örgüt bu noktadan tepeye doğru el yapımı havan topları –son zamanlarda bunların arasında kimyasal silahlar da yer almaya başladı–, keskin nişancılar ve intihar bombacılarıyla saldırıyor. (Yakın bir süre önce bir çift intihar bombacısı askerlerin şu an bulunduğu noktaya 15 metre kadar yaklaşmayı başarmış ve kendilerini havaya uçurmuş.) Ali’nin ailesi Faziliye’den geçmeyi başarsa bile, bu kez dağda, herhangi bir ışık veya iz olmadan kayaların arasından geçerek mevzilere ulaşması gerekecek. Bu toz dumanda ay ışığı bile kâr etmiyor.
Ali, iki gün önce karısı ve çocuklarını bir insan kaçakçısı aracılığıyla Musul’dan çıkarmış. Bir zeytinlikte yere yatmış ve akşam olmasını beklemişler. Ali’nin kuzeni olan Tayyip, Ali’ye son derece belirsiz bir yol tarifi verebilmiş: “Dağda yukarıya doğru ilerle.”
Tayyip’in telefonu çalıyor. Arayan Ayham Ali. Tayyip telefonu Kürtçe tercümanına veriyor; o da askerlerden aldığı yol tarifini Ali’ye aktarıyor. (Ali Arapça konuşuyor, askerler ise Kürtçe.) Büyük baskı altındaki tercüman, Ali’yi yüreklendiriyor.
“Neredesin, doktor?”
Telefonun diğer ucundan kaygılı bir ses geliyor.
“500 metre sağa git. Ufak bir vadi göreceksin. Vadiye gir.”
Ağlayan bir çocuk duyuluyor.
“Korkma, doktor. Güvendesin artık.” Askerlerden biri el fenerini yakıyor ve sağa sola sallıyor.
“Fenerin ışığına doğru gelmesini söyle,” diyor asker.
“Işığı görüyor musun doktor?” diyor tercüman.
“Işığı fazla oynatma, IŞİD görebilir,” diyor komutan.
Birkaç saat boyunca Ali tırmanıyor ve yol sormak için arıyor, yürüyor, arıyor. Bağlantı kayboluyor. Bir süre boyunca hiçbir şey olmuyor. Ali gece 11 sularında kaybolmuş ve korkmuş bir halde tekrar arıyor. En büyük kızını yolu bulması için önden göndermiş, ancak birbirlerini kaybetmişler. IŞİD’in kendilerini fark ettiğini düşünüyor. Tercüman, Ali’den çevresinde ne gördüğünü anlatmasını istiyor.
“Anladım nerede olduğunu. Sola gitme. Sağa git. Sola gidersen başaramazsın. Çok dik o yol.”
Onları aramaya gideceğini söyleyen Tayyip banketten aşağı atlıyor. İki asker de Tayyip’in peşinden gidiyor. Yamacın kıyısına kadar hızla ilerlediler, daha sonra dizlerinin üzerine çöküp tüfeklerini omuzlarına asıyorlar ve böyle devam ediyorlar.
Dakikalar geçmek bilmiyor. Gece yarısına doğru Tayyip, kucağında gözleri korkudan fal taşı gibi açılmış küçük bir kızla geri dönüyor. Kızı bırakıyor, arkasını dönüyor ve tekrar geldiği yöne gidiyor. Adamlardan biri kızı alıyor ve öpüyor. Hemen ardından bir oğlan ve iki kız –bunlardan biri Ali’nin en büyük kızıydı– daha görünüyor; Tayyip de kollarında çocukların en küçüğüyle geri geliyor. Çocuğu düşürmüş, alnı şişmiş ancak sesini çıkarmıyor.
IŞİD kontrolündeki Musul’dan kaçan bir aile civardaki bir Kürt üssünde emniyete ulaşıyor.
Sonra anne beliriyor. Çok genç, kara bir çarşaf var üzerinde. Dizlerinin üstüne yığılıyor. Kimseye değil, ortalığa doğru anlatmaya başlıyor.
“Musul’da çok açtık. Para yoktu, yiyecek yoktu,” diyor. “Burada açlıktan ölsek de olur. Güvendeyiz. Hayatımın en güzel anı bu.”
Grubun sonuncusu Ali de gözüküyor. Rahatlamış ancak bitkin. Giysileri yırtılmış, birbirine geçmiş sakalı da terden parlıyor.
“Hadi gidelim, keskin nişancılar var etrafta,” diyor komutan.
Askerler aileyi kampa götürüyor.
“Geldik ya, ölsem de olur artık,” diyor anne.
Kana kana su içiyorlar.
“Bu kadar fazla su içmeyin, zararlı,” diyor komutan.
“Dağda suyumuz bitti,” diyor Ali. “Cennette gibiyim.” Bütün Müslümanların güvenliği için dua ettikten sonra anlatmaya başlıyor. “Anneni babanı geride bırakmak kolay değil. Ama ölüyordum orada. 20 kişiydik. Kardeşim dondurma satıyordu. Hiç para kazanmıyordu… Kavga ettik onunla.”
IŞİD Musul’u iki yıl önce, Haziran 2014’te ele geçirdi. Iraklılardan ve yabancılardan oluşan konvoylar kente akın etti. Polis karakollarını ve ordu kontrol noktalarını yakıp yıktılar. Sancaklara siyah–beyaz IŞİD bayrağını astılar, camilere yeni imamlar, okullara yeni öğretmenler atadılar. Kentteki Ulu Cami’den halka seslenen Ebu Bekir El Bağdadi, İslam Devleti’nin kurulduğunu ve kendisinin de halife olduğunu duyurdu. Dünyanın her yerindeki Müslümanlara “Bana itaat edin,” şeklinde seslendi.
Ramadi’de bir apartmanın sakinleri, bombaların ve hava saldırılarının büyük hasar verdiği binada mültecilerle birlikte yaşıyor.
Musulluların bazıları kaçtı, bazıları da saklanmaya başladı. Birçoğu ise halinden memnundu. Ali neler hissettiğini tam olarak anlatmıyor, ancak hayatın en başlarda o kadar da kötü olmadığını söylüyor. Hastanede çalışmaya devam edebilmiş. Ancak çok geçmeden kâbus başlamış. Halk içinde işkenceler ve infazlar yapılıyormuş. Hatta bunlar o kadar sıradanlaşmış ki dikkat çekmez olmuş; ancak korkunç oldukları gerçeğini değiştirmiyormuş bu. Ama tedbirli davranarak bunlarla karşılaşmamak olasıymış. Günlük yaşamın usandırıcılığından ise kaçış yokmuş. Her şey kontrol edilir, herkes izlenir olmuş. Ali’ye göre cihatçıların en büyük kaygısı insanların nasıl göründüğüymüş. Yaşam kötüleştikçe daha fazla IŞİD bayrağı kaplamış çevresini. Ali, pantolon paçalarının uzunluğunu, IŞİD’in tercihi olan “Afgan tarzına” göre ayarlamak zorunda kalmış. Önce sakal bırakması söylenmiş, sonra da daha da uzatması. Eşi sokağa ancak tamamen siyah giysiler giydiğinde ve ailesinden bir erkeğin nezaretinde çıkabiliyormuş.
“Topuklu sandalet giydiği için bile dayak yiyebilirdi,” diyor Ali. “İnsanmışız gibi davranmadılar bize hiç.”
2015’te güvenlik güçleri Musul’u tecrit ettiğinde marketler boşalmış. Önce elektrik kesilmiş, sonra da su. IŞİD şiddeti artırmış. Ali, tamamen örtünmemiş bir kadının elindeki yaraları sardığında onunla cinsel ilişkiye girmekle suçlanmış. Hapse atılmış ve 50 kırbaç cezası almış; ancak idam edilmediği için şanslı sayıyor kendini. Hava saldırıları Musul’u dümdüz ederken kentte kalıp yavaş yavaş ölmekle kaçmak arasında bir tercih yapması gerekmiş –kaçmayı denemek hızlı bir ölümü göze almak anlamına gelse bile.
Musul’un güneyinde yer alan hükümet kontrolündeki Mahmur kentinde geniş bir mülteci kampı yer alıyor. Irak’taki tüm mülteci kampları gibi tıka basa dolu. IŞİD ile süregelen savaş, BM verilerine göre üç milyondan fazla Iraklıyı ülke içinde yerinden etti, 250 bin kadar Iraklı da ülke dışında mülteci oldu. Buradaki kampta erkekler, mülteciler arasında IŞİD üyeleri olma tehlikesine karşı güvenlik çemberi altında. Kampta kadınların ve çocukların bir araya geldiği bir ilkokul bulunuyor. Sınıflardaki sıralar yer açmak için duvarlara yaslanmış; yerlere ise kumaşlar, döşekler, çaydanlıklar ve kovalar yığılmış. Sınıflardan birinde orta yaşlı iki kız kardeş Musul’un nasıl istila edildiğini anlatıyor.
Ramadi’nin bir zamanlar IŞİD’in kalesi olan merkez mahallesi büyük bir yıkıma tanık oldu.
“İnsanlar alkışlıyor ve IŞİD kamyonlarına şekerler atıyordu,” diyor kız kardeşlerden biri. Bu manzarayı anlayabiliyormuş. Yıllar boyunca merkezi hükümet, tıpkı Irak’ın birçok bölgesi gibi Musul’u da yok saymış. Hizmetler yetersizmiş. Ekonomi durma noktasına gelmiş. Üstelik Musul’daki erkekler, özellikle Sünni Müslüman olanlar yıllardır –ABD işgali başladığından beri– güvenlik güçlerinin tacizine uğruyormuş. Ortada hiçbir gerekçe yokken isyancı olmakla suçlanıyorlarmış. Kardeşi ve kuzenleri hapse atılmış ve dövülmüş. Erkeklerden bazıları hiç geri dönmemiş. Tanıdığı bütün Sünni aileler için durum buymuş. “Çok sayıda erkeği aldılar.”
Tanıdıkları düzgün asker ve polis mensupları hükümete hiçbir bağlılık hissetmiyormuş. IŞİD istilasından birkaç hafta önce bu adamlardan bazıları kapılarında “Ya orduyu terk edersin, ya da ölürsün,” yazılı mektuplar bulmuş. Bazıları da “Polis gücünü terk etmezsen kafanı keseriz,” diyen kimliği belirsiz telefonlar almış. İstifa etmişler tabii. Hayatlarını riske atmalarına ne gerek var? Kimi kaçmış, kimi saklanmış. Kimi de insanları hükümetten, dinsizlikten ve şerefsizlikten kurtarmak için orada olduğunu söyleyen IŞİD liderlerine kanarak örgüte katılmış.
Çok geçmeden, IŞİD’in dini polis birimi olan Hisbah, kız kardeşlerin mahallesindeki bir mezarlığı infaz alanına çevirmiş. Kafa kesmeler çocuklara zorla izlettiriliyormuş. Kameralar kurulmuş ve görüntüler meydanlara ve kavşaklara kurulan ekranlarda yayınlanmış.
IŞİD’i sevinçle karşılayanlar arasında komşuları olan bir aile de varmış. Oğullarından biri öğrenciymiş; IŞİD’e katılmış. Halinden memnunmuş. Bir gün kız kardeşlerden biri onu karşısına çekip “IŞİD sana gülüyor, biliyor musun? İstedikleri tek şey seni öldürmek.” demiş.
Çocuk öfkeden kudurmuş.
“Benimle böyle konuşman, Peygamber’e hakaret etmekle aynı şey,” demiş.
Daha sonra bir çatışmada öldürülmüş.
“Annesi bile IŞİD için dua ediyordu,” diyor kız kardeşlerden biri. Şaşkınlıktan kalkan kaşları neredeyse baş örtüsüne değiyor. “Bu insanlar ölmeyi bekliyor.”
Mahmur askeri üssünde, 30’lu yaşlarında Musullu bir asker olan Salim arkadaşlarıyla aynı konuyu tartışıyor. Bir sigara yakıyor ve IŞİD istilasının birdenbire gerçekleşmediğini söylüyor. Musul’un hoşnutsuz nüfusunun –İslamcılardan, milliyetçilerden, paralı askerlerden ve yapacak daha iyi bir şeyi olmayan genç erkeklerden oluşan bir karışım– dönemin bir Şii olan başbakanı Nuri el–Maliki’yi devirmeyi istediği yıllardır biliniyormuş. Sünni IŞİD’in büyümesine katkıda bulunacak olan bu topluluk son derece radikal olsa da, Musul’daki birçok kişinin –hatta birçok Iraklının– 2003’ten beri hissettiği hoşnutsuzluğu temsil ediyormuş.
Militanlar bombalamalar ve suikastler gerçekleştirmiş. Salim’in kardeşlerinden birini öldürmüşler. Ailesi bile militanlar ile ordu güçleri arasında bölünmüş.
“Kardeşimi kuzenimiz öldürdü,” diye itiraf ediyor.
Diğer askerler durumu anlarcasına iç çekiyor. Bu şekilde bölünmüş birçok aile var.
Musul’daki ordu güçleri altı gün içinde dağıldı. On binlerce asker, belki de 1500 kişiyi geçmeyen bir IŞİD gücü tarafından kentten sürüldü. Kimse olayların nasıl böyle geliştiğini tam olarak bilmiyor. Korku, kayıtsızlık, işbirliği. Birliği dağılınca Salim, kendisini Bağdat’a götürmesi için bir kaçakçıya para vermiş. Herkes gibi o da bazı komutanların IŞİD’e katıldığını duymuş. Başbakanın Musul’u gözden çıkardığına inanılıyormuş. “Bırakın cihatçılar alsın,” demiş söylentiye göre. Devlet nasılsa bir anlam teşkil etmeyen bir kavrammış; ulusal birlik de kağıt üzerinde kalmış. Salim’in gözleri doluyor, yumruk yaptığı elini göğsüne indiriyor.
“İşte benim kalbimi bu kırıyor.”
“Maliki Musul’u sattı,” diyor askerlerden biri.
Moises Saman
IŞİD’in ateşe verdiği Kayyare petrol kuyularından duman yükseliyor.
‘Sihirbaz Gibiydiler’
Farklı isyancı grupların farklı toprak parçalarını elinde tuttuğu Suriye’de IŞİD’in nasıl yayıldığını anlamak güç değil. Aynı durum, örgütün Kuzey Afrika’daki üssü olan Libya için de geçerli. Bir açıklamaya ihtiyacı olan zor soru ise IŞİD’in Irak’taki büyük kazanımlarını nasıl elde ettiği. Ne de olsa 2014 yılında Irak yıllardır olmadığı kadar huzurluydu ve adeta bir iyileşme sürecindeydi. Peki bu örgüt ülkenin en büyük ikinci kentini bir haftadan kısa bir sürede nasıl ele geçirdi? Felluce’ye, Ramadi’ye, Tikrit’e ve kırsaldaki büyük topraklara nasıl yayıldı?
Elimizdeki açıklamalardan biri çok basit olduğu için genellikle görmezden geliniyor: IŞİD, Irak’ın doğurduğu bir yapı. Evet, uzantıları ve sempatizanları en az 29 ayrı ülkede saldırılar düzenledi ve neredeyse 3000 kişinin ölümüne neden oldu. Evet, 100 kadar farklı ülkeden insanlar IŞİD’e katılmaya geldi. Ancak IŞİD her ne kadar “evrensel bir halifelik” olduğunu iddia ediyor olsa da, hem bu örgüt, hem de yayılmacılığı Irak’ta şekillendi ve Iraklılar tarafından yönetildi. Kökleri Irak’ın geçmişinde yatıyor. Ve en önemli desteği de, iki kuşaktır savaş yaşayan, yönetimden ve rezilliklerinden bıkmış sıradan Iraklılardan gördü.
Musul bir fikir veriyor aslında –ancak IŞİD’in Irak’taki yayılışını tamamen anlayabilmek için Sünni Üçgeni adı verilen bölgeye, özellikle de El Anbar bölgesine bakmak gerekiyor. Coğrafyacılar, Irak’ın en büyük ili olan El Anbar’ı (yüzölçümü bakımından Yunanistan’dan daha büyük) Arap Yarımadası’nın bir parçası olarak kabul ediyor. Irak’ın en batı ucundaki bu bozkır ve çöl uzantısı, Suudi Arabistan, Suriye ve Ürdün ile, Irak ile olduğundan daha fazla sınırı paylaşıyor. Genellikle bölgedeki şeyhler tarafından geleneksel yöntemlerle yönetilen El Anbar, hem Irak’taki Sünni kültürünün, hem de Bağdat’taki merkezi hükümete olan muhalefetin merkezi kabul ediliyor. Hatta modern anlamdaki hükümet kavramlarına karşı olduğu da söylenebilir genel olarak.
Felluce’deki hastane IŞİD’in karargâhı ve son kalesiydi.
2012 ve 2013 yılları boyunca IŞİD Suriye’de bir kanser gibi ilerledi. 2014 yılının ilk günlerinde El Anbar’ın başkenti Ramadi’ye doğrulttu silahlarını. Birkaç yüz militan kentin çoğunu ele geçirdi. Tıpkı bir süre sonra Musul’da olacağı gibi hükümet güçleri dağıldı. Ramadi’nin yalnızca bir parçasını elde tutmayı başardılar. İki yıl boyunca Ramadililier kendilerini bir yıpratma savaşının ortasında buldu. Berlin’in bölünmüş halini anımsatan durumlar yaşandı.
Irak güçleri tekrar toplandı, diğer silahlı güçlerle ve ABD’nin önderlik ettiği uluslararası bir koalisyonla birleşti. Geçtiğimiz yılın sonunda Ramadi, devlet televizyonunun deyimiyle “kurtarıldı”. Ancak kenti toplu halde terk edenler bu yaz Ramadi’ye geri döndüğünde bu kelimenin bir hayli iyimser olduğunu gördü. Kent asıl şimdi İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Berlin’e benziyordu. Yangınlar, bombalar ve hava saldırıları –yıkımın büyüklüğü düşünüldüğünde bu saldırıların pek de hedef gözetmediği anlaşılıyordu– Ramadi’yi enkaza çevirmişti. Birçok mahalle, yaşanabilmek bir yana, tanınacak durumda bile değildi.
Bir zamanlar IŞİD’in kalesi olan Tamim mahallesindeki bir köşede, Ramadi’yi terk eden önemli bir ailenin evi duruyordu. Oğullarından biri geri dönmüş ve kalacak bir yere ihtiyacı olan herkesi eve kabul ediyordu. Yerde uyuyan misafirleri arasında IŞİD’e karşı savaşanlar da vardı, IŞİD’e destek verenler de. Örgüte destek verenlerden biri de 30’lu yaşlarının sonlarında olan Ebu Hamsim’di. Yapılı biriydi, pembe tişörtünün yakalarını kaldırıyordu. Sofu olmakla övünüyordu ancak bu konuda insanlara tepeden bakmıyordu. Sigara içmiyordu ve beş vakit namaz kılıyordu –ancak çevresindekilerin sigara içmesine veya dine saygısızlık etmesine karışmıyordu.
Saddam Hüseyin Tikritli olsa da en büyük desteği El Anbar’da görüyordu. 1991 yılında Kuveyt’ten atıldıktan sonra buraya gelip “tüm savaşların en büyüğündeki” zaferini ilan etmişti. Müslüman Kardeşler’in etkileri de, yüzyıllardır olduğu gibi Irak’ın Müslüman dünyasındaki diğer düşüncelere açılan kapısı El Anbar’dan ülkeye girdi. Müslüman Kardeşler’i daha radikal olan Selefi imamların vaazları izledi.
“Saddam varken hayat güzeldi,” diyor Ebu Hamsim. İlk Körfez Savaşı’ndan sonra Irak uluslararası yaptırımlarla boğuşurken bile yiyecek bir şeyler vardı, sağlık ve eğitim ücretsizdi. Benzin ucuz, suç oranı düşüktü. “İnsanlar kanunlara saygı gösteriyorlardı –kanunlardan korkuyorlardı.”
Bir IŞİD militanı Kerkük’teki bir polis karakolunda tutuklu bekliyor.
Amerika’yla bir sonraki savaş başladığında Ebu Hamsim askerdeymiş, bir Scud mürettabatında görev yapmaktaymış. Askerlerinin kazanma şansı olmadığını bilen komutanı onlara savaşmamalarını söylemiş. Ebu Hamsim’e göre bu ödleklik ve ihanetmiş. “Ülkemizi savunmalıydık.” Amerikan işgali Irak toplumunu paramparça etti ve Ebu Hamsim gibi insanların onurunu kırdı. Saddam rejimi altında Sünni erkeklerin kimliğinin iki temel parçası –Baas Partisi ve ordu– dağıtıldı. Ne yeni orduya katılmak, ne de Amerikalılar için çalışmak isteyen Ebu Hamsim, birçok Iraklı gibi yine de onlara güvenmek zorunda kalmış. Bir müteahhit olarak ABD’nin kaynak sağladığı inşaat projelerinden gelecek paraya ihtiyacı varmış. Bu da onurunu daha da kırmış.
Ebu Hamsim’in El Kaide’de ve diğer radikal örgütlerde tanıdıkları varmış. Görüşleri nedeniyle onları suçlamıyormuş. O da aynı öfkeyi hissediyormuş içinde. Ancak dediğine göre onlara hiç katılmamış; çünkü “en çok acı çeken insanların Amerikalılar değil Iraklılar olacağını” biliyormuş. Eskiden tanıdığı askerlerden işe geri dönenler isyancılar tarafından öldürülmüş. ABD güçlerince, teröristlerin kaynak sağladığı bir okulu inşa ettiği şüphesiyle tutuklanmış. Serbest bırakıldığında da isyancılar tarafından düşmanla işbirliği yapmakla suçlanmış ve tehdit edilmiş.
Hem El Anbar’da, hem de diğer bölgelerde birçok Iraklı, aşiretlerine ve İslam’a sığındı. Ordunun yerini silahlı gruplar geleneği aldı: Sünni silahlı gruplar, Şii silahlı gruplar, politikacılara ait silahlı gruplar, şeyhlere ait silahlı gruplar. Yerel İslamcılardan, milliyetçilerden ve yabancılardan oluşan Sünni isyancıların toplanma noktası da El Anbar oldu. Koalisyon güçlerine karşı savaştılar ve Şiilere karşı, çoğu sivil on binlerce Iraklının ölümüne neden olan bir mezhep savaşı başlattılar. 2006 yılında, El Kaide’nın Irak’taki kolunun önderlik ettiği İslamcı gruplar Irak İslam Devleti’ni oluşturdu. Her iki grubu da Ebu Bekir El Bağdadi yönetiyordu.
2012 yılında son ABD güçleri de Irak’tan çekilince Ramadi sakinleri başbakan Nuri El Maliki’yi protesto etmeye başladı. Maliki’yi bu konuma altı sene önce Washington getirmişti ve bu kararından git gide daha çok pişmanlık duyuyordu. Protestocular Maliki’nin ilgisizliğinden, rüşveti kabul etmesinden ve Şii ağırlıklı güvenlik güçlerinin Musul’da ve özellikle El Anbar’da görevlerini suistimal etmesinden bıkmışlardı. Maliki göreve başladığından beri, yıllarca Saddam rejiminde baskı altında kalmış Şiileri iktidara taşımıştı. İran’la yakın ilişkileri olan Maliki’nin, Tahran’ın sözünden pek çıkmadığı yaygın biçimde kabul ediliyordu.
Ebu Hamsim için bu yeni Şii önderler Amerikalılardan da kötü olmuş. Ramadi’deki kontrol noktalarında arabası durduruluyormuş ve hakarete uğruyormuş. El Anbarlı olduğuna göre olsa olsa terörist olabileceği söylenmiş. “Kız kardeşim ve annem hakkında çok kötü şeyler söylediler.”
El Anbar’da yayılan protestolar bir yıl kadar sürdü. Her cuma binlerce insan sokaklara dökülüyordu. Maliki, kendisine yönelik bir komplo içinde oldukları gerekçesiyle Sünni yöneticileri tutuklatmıştı. Protestocular hapse atılıyor ve öldürülüyordu. Hareket şeyhler tarafından desteklenen bir “aşiret isyanına” dönüşmüştü. El Kaide’den ayrılmış, Iraklı milliyetçi gruplarla ittifak kurmuş ve Suriye’nin neredeyse üçte birini ele geçirmiş olan IŞİD de bu hareketin içine sızmıştı.
Mülteci bir aile Ramadi’nin harabeleri arasında yaşıyor.
Protestolar başladığında Ebu Hamsim onları desteklemiş. Aşiret isyanına dönüştüğünde onu da desteklemiş. IŞİD Ramadi’nin merkezindeki mahallesine girip görevini kötüye kullanan güçleri ve aç gözlü memurları kovduğunda onları da desteklemiş.
“En başta inanmıştık onlara,” diyor Ebu Hamsim. İnsanlara yiyecek vermişler ve evlerini yeniden inşa etmelerine yardımcı olmuşlar. Yol açtıkları yıkım için Ebu Hamsim’den ve komşularından özür dilemişler. “Sünnilere destek olmak için burdayız,” diye güvence vermişler. Sünni kadınların Şii erkeklerin elinde maruz kaldığı aşağılamaları ve Şiilerin Peygamber’in adına nasıl hakaret ettiğini anlatmışlar. “Genelde doğru söylüyorlardı.” Kuran’dan sureleri ezberden okuyorlarmış ve Hz. Muhammed hakkında Ebu Hamsim’in hiç duymadığı hikâyeler anlatmışlar.
“Sihirbaz gibilerdi,” diyor. “Pek çok kez IŞİD’e katılmayı düşündüm.”
Militanların atadığı cami imamının verdiği iki vaazı dinlemiş. İlki dua ve abdestin nasıl olması gerektiği üzerineymiş. İkincisinde ise daha karmaşık inanç meselelerine girmiş ve şiddetle iç içe bir cihat yürütülmesi gerektiğini söylemiş. Ebu Hamsim’e kâfirleri ve münafıkları öldürmek zorunda olduğu söylenmiş. Iraklı olmaları veya Ebu Hamsim’e kötü bir şey yapıp yapmamaları önemli değilmiş. “Münafıktan” kasıt Şiilermiş. Ebu Hamsim bunu duyunca tiksinti hissetmiş.
IŞİD Ramadi’de birçok kişiyi öldürmüş ve bunun yalnızca bir parçası Şii’ymiş. IŞİD’e katılması için baskı görmemiş, ancak bu da pek teselli etmemiş onu. IŞİD kentten atıldığı zaman, Ebu Hamsim terk edilmiş evlerden topladığı hurdalardan yaptığı gecekondularda yaşamaktaymış. Militanların her zaman bol yiyeceği olduğunu fark etmiş. Kızlarından biri lösemi hastasıymış ve aylardır kan nakli yapılamamış. IŞİD, kızını toprakları dışındaki bir hastaneye götürmesine izin vermemiş. Diğer çocukları da savaş nedeniyle psikolojik zarar görmüş.
“IŞİD’den nefret etmeyi öğrendim,” diyor.
Ordu, Ebu Hamsim’in ailesini bir mülteci kampına götürmüş, kendisi de tutuklanmış. Üç gün boyulca dövüldüğünü söylüyor. Hiç sorguya çekilmemiş –yalnızca sopalarla veya kablolarla kırbaçlanmış. Ellerinde bir kanıt olduğunu düşünmüyor. Bir militan olup olmadığının onları ilgilendirdiğini de düşünmüyor. El Anbar’daki her Sünni erkeği cezalandırmaya kararlı gibi görünüyorlarmış.
“Kaçmaya Çalış”
Ramadi kurtarıldıktan sonra etrafında oluşturulan derme çatma kontrol noktalarında büyük bir malzeme eksikliği vardı. Askerler yollardaki şeritleri bile havan topu kovanlarıyla ayrıştırıyordu. Araba parçalarından, döşeme taşlarından ve çöplerden yapılan barikatlar halen birçok yolu tıkıyordu.
Güvenlik güçleri bombaları temizliyordu ancak işi tamamlamak kolay değildi. Güvenli yapılara sprey boyayla tik atılıyordu, tehlikeli olanlara ise bir X konuyordu. Başınızı çevirdiğiniz her yerde toz toprak içindeki bir tuzak telinin çıkıntısını, metal bir levhanın paslı ucunu veya ağzının çevresinde kireçlenmiş kimyasalların izlerini taşıyan bir bidon görebiliyordunuz. Bazı evlerde IŞİD mensubu keskin nişancılarının yuvalandığı noktalar hiç bozulmadan kalmıştı. Boş mutfak tüplerinden, ters yüz edilmiş raflardan ve yığılmış döşeklerden yapılmış siperler kapı pervazlarını tıkıyordu. Odalar mermiler tarafından öylesine delik deşik edilmişti ki mağaralara benziyordu. İnsanların buralara geri döndüğünü hayal etmek imkânsızdı.
IŞİD’in yerinden ettiği Sünni aileler iki yıldır Tikrit yakınlarındaki bir mülteci kampında yaşıyor.
Ancak yine de döndüler. Bir taksi bu terk edilmiş, mahvolmuş yola girdi ve park etti. Neden olduğunu anlamak zordu. Taksi çağıran biri yoktu, hiçbir yerde kimse yoktu. Derken şoför arabadan indi. Solgun, gri bir dişdaşe giymiş yaşlı bir adamdı bu, yürüdü, enkazın içinde kayboldu.
Yıkıntıların içinde evi vardı. İkinci katı bir hava saldırısında yerle bir olmuştu ancak ilk kat yerinde duruyor sayılabilirdi. Ön kapının olduğu yere mavi bir branda asmıştı. Dediğine göre dört gün önce dönmüş buraya ve hiçbir şey bulabileceğini sanmıyormuş. Evinin yarısını bulması, ortada hiç ev olmamasından daha iyiymiş. Sorun şu ki eve erişemiyormuş. Bir buldozer kiralamış ve mobilya kalıntıları ile tepesinden bir motosiklet tekerleği fırlamış olan beton bloğu kaldırmış.
“Sanırım içeride cesetler var,” diyor. “Kokusunu alabiliyoruz.” Eğiliyor, burnunu, yığını ayakta tutan duvardaki küçük deliğe dayıyor, kokluyor. Ziyaretçilere de aynısını yapmalarını söylüyor. “Alıyor musunuz kokuyu?”
Yakınlarda bir adam evindeki enkazı bir el arabasına doldurmuş götürüyor. Bu sokağa geri dönen ilk kişi o olmuş. Bitişiğindeki evlerde bomba olup olmadığını kontrol etmiş. Bir tane bulunca dış duvarı işaretlemiş. “Bu evde bomba var.” Kendi evindeki bombayı etkisiz hale getirmiş ve kaldırıma atmış. Bombaya bir tekme atıyor.
“Vurma! Patlayabilir,” diyor başka bir adam.
“Kabloları çoktan söktüm.”
“Fark etmez, dokunma!”
Kapısına bir kadın geliyor, duruyor. IŞİD’in Ramadi’yi ele geçirdikten sonra kapısının çalındığını söylüyor. Kapıyı açtığında karşısında iki tane genç cihatçı varmış. Kibarca, kısa bir süre sonra yakınlardaki bir ordu üssüne saldırı düzenleyeceklerini söylemişler ve kadının burayı terk etmesini önermişler. Saldırının iki günden fazla sürmeyeceğini söylemişler. Onlara teşekkür etmiş ve eşyalarını toplamaya başlamış.
Evine iki buçuk yıl sonra dönmüş. Mahallede sıkça rastlandığı gibi onun da duvarlarında insanların tırmanabileceği kadar geniş delikler varmış. IŞİD’in diğer kentlerde de olduğu gibi, askerlerin fark edilmeden dolaşabilmesi için Ramadi’nin her yerine kazdığı geçit ve tünel sisteminin bir parçasıymış bu delikler. Burada kalan adamlar mobilyalarından bazılarını yağmalamış, ancak kendini şanslı sayıyormuş. Sokağın karşısında yerle bir olmuş evlere ve bir doğalgaz tankerinin havaya uçurulmasının ardından açılan kamyon büyüklüğünde, petrolle dolu bir çukura işaret edince neden öyle hissettiği anlaşılıyor. Hava saldırılarını engelleyecek bir duman perdesi yaratmak amacıyla IŞİD tüm mahalleyi ateşe vermiş.
Abdullah Züheyr adlı mobilya satıcısının evi, kentin hükümetin zar zor kontrol ettiği bölümündeymiş. Kenti bölen hat sokağın birkaç yüz metre ötesindeymiş. IŞİD geldiğinde sokağın her iki yanındaki evlerin arasına çamaşır ipi germiş – Züheyr elinde tuttuğu yanan sigarasıyla havada bir hat çizerek anlatıyor bunu– ve üzerine battaniyeler asmışlar.
Ramadi’deki El Aziziye çarşısı hayata geri dönüyor.
Başta hükümet ile IŞİD karşılıklı bir açmaz içindeymiş. Züheyr’in isyancıların elindeki bölgede müşterileri varmış ve oraya gidip gelmesine izin veriliyormuş. Bazı değişiklikler kolay fark ediliyormuş. Örneğin karşı taraftaki mahkeme binasının üzerinde “İslam Devleti Askeri Mahkemesi” yazıyormuş. Evlerin ve dükkânların üzerine sprey boyayla “İslam Devleti Vakıf Mülkü” yazılmış. Siyah–beyaz IŞİD logosu gönderdeki bayraklardan duvarlara her yerdeymiş. Daha az belirgin farklılıklar da varmış. IŞİD insanların resmedilmesini puta tapmak olarak nitelendiriyormuş, kadınların herhangi bir şekilde resmedilmesi ise özellikle yasakmış. Züheyr dükkânlardaki ve sokaklardaki reklamlarda modellerin yüzlerinin çıkarıldığını –ya da erkeğin yüzü dururken kadının yüzünün karalandığını– fark etmiş.
Geçtiğimiz yıl Züheyr’in oğlu kaybolmuş. Bunda IŞİD’in parmağının olduğundan şüphelenmiş, ne de olsa fidye için adam kaçırdıkları biliniyormuş. Battaniyelerden oluşturulan sınırı geçmiş ve bir devriye istasyonuna gitmiş. 16 yaşındaki oğlunun engelli olduğunu, kendine bakamayacağını, IŞİD’in işine yarayamayacağını söylemiş. Adamlar yardımcı olmuş, camilerden duyuru yapılacağını söylemiş.
Ancak çok geçmeden militanlardan biri dükkânına gelmiş. Züheyr’in oğlu ellerindeymiş ve üç seçeneği varmış: ya 50.000 dolarlık fidyeyi ödermiş, ya oğlunun IŞİD’e katılmasına rıza gösterirmiş, ya da kellesini uçurmalarını izlermiş. Züheyr’in böyle bir parası yokmuş. Kamyonetini ve elindeki tüm parayı vermeyi teklif etmiş.
Militanlardan cevap gelmeden Irak güçleri kente yönelik son saldırısını başlatmış. IŞİD’in adamları Züheyr’in sokağına gelmiş ve ailesinin onlarla birlikte çöle kaçmasını istemiş. IŞİD’in insan kalkanları kullandığını bildiğinden reddetmiş. Hapse atılmış ve kırbaçlanmış. Serbest bırakıldıktan sonra ailesiyle birlikte batıya, mültecilerin toplandığı, hükümet kontrolündeki bir kente kaçmış. Oğlunu kaçıranlar görünüşe göre ona acımış ve babasını görmeye getirmiş. Oğlu Afgan tarzındaki giysiler içindeymiş ve çenesindeki tüyler uzamış haldeymiş.
“Kaçmaya çalış,” diye fısıldamış Züheyr oğluna sarılırken.
“Kaçamam,” demiş oğlu. “Beni her yede sürekli izliyorlar. Belki seni veya annemi öldürürler.”
Züheyr oğlunu bir daha görmemiş.
Züheyr Ramadi’nin merkezine doğru sürüyor arabasını. Çarşı hayata geri dönmüş. Satıcılar enkaz yığınlarının üzerinden atlayarak ve binalardan kalanları yıkan bir kepçenin etrafından dolaşarak çalışıyor. Tekrar açılan sevilen bir kebap restoranı öğlenleri müşterilerle dolup taşıyor.
Mobilya dükkânına ulaşıyor. Çökmüş metal güneşliğe, oradan da bir pencereye tırmanıyor. Vitrinleri yağmalanmış halde. Duvardaki bir delikten bitişikteki dükkâna tırmanıyor. IŞİD burayı bomba imalathanesi olarak kullanmış. Tamamlanmamış katın zemininde barut, boş sigara paketleri ve iki tane muntazam insan dışkısı yığını varıyor. Başka bir delikten arka vitrine geçiyor, salon mobilyaları ve giysi dolapları toz içinde.
“Bu dükkânı babam açmıştı 1960 yılında,” diyor. “Ramadi’deki en iyi mobilya dükkânıydı.”
Sokağın biraz ötesinde, bir fotoğrafçıyı işleten iki kardeşe selam veriyor. Nasıl olmuşsa dükkânları zarar görmemiş. Züheyr imrenerek vitrinlerine bakıyor. Kardeşlerin çektiği, duvarda asılı olan siyah beyaz fotoğraflardan birini inceliyor. Fotoğraflar etkili bir önce–sonra sahnesi oluşturuyor. İlk fotoğraf 1998’den, Ramadi’nin satıcılar ve arabalarla dolu canlı bir fotoğrafı.
“Yaptırımlar vardı o zaman, ancak hayat fena değildi,” diyor kardeşlerden biri.
Bitişikteki fotoğrafta binalar yıkık, sokaklar boş. ABD işgalinin ve mezhep savaşının en kötü dönemi olan 2007 yılında çekilmiş. Fotoğrafın sol tarafını gösteriyor, “Burada Amerikan üssü vardı,” diyor. Askerlerine yönelik saldırılara orantısız bir şekilde karşılık veren ABD kuvvetleri Ramadi’yi yerle bir etmiş. Ancak fotoğrafçı ve Züheyr’in dükkânı ayakta kalmış. IŞİD’i de atlatmışlar. Sırada ne varsa onu da atlatacaklar.
“İnşallah,” diyor Züheyr.
“İnşallah,” diyor kardeşler.
“Benim Elimde Değil”
Yalnızca El Anbar’da değil, Irak’ın dört bir yanında Saddam dönemini bir çeşit özlemle anan Ebu Hamsim veya fotoğrafçı dükkanındaki kardeşler gibi insanlarla tanışmak şaşırtıcı bir durum değil. Saddam hakkında bir yanılsama yaşamıyorlar; nostalji gibi bir duygu değil konuşurken hissettikleri. Daha çok Saddam yönetiminde Irak’ın daha anlaşılabilir olduğuna vurgu yapıyorlar. Şu an ise Irak’ı anlamlandıramıyorlar. Bu da aslında artık kendilerini de anlamıyorlar demek oluyor.
Geçtiğimiz 13 yıl Iraklılar için bir kimlik kriziydi. Toplumlarının kendi halkına karşı bu kadar gaddar olabileceğine inanmak istemedikleri için 2000’lerdeki mezhep çatışmalarını içsavaş olarak görmeye gönülleri el vermemişti. Ve yine aynı nedenle toplumun büyük bir kesimi IŞİD’le yaşanan çatışmaları da içsavaş olarak düşünmek istemiyor. Böylesi bir vahşetin kendi toplumlarının içinden çıktığına inanmak istemiyorlar. Ancak IŞİD bu kimlik krizinin bir ifadesi. Bu bağlamda IŞİD’in yükselişi ve düşüşü yalnızca bir mezhep savaşı değil, aynı zamanda bir içsavaş.
Namuslu ve mağrur bir devlet vaadiyle IŞİD kadın, erkek, genç, yaşlı, zengin, yoksul, pek çok Iraklıya çekici geldi. İçlerinden yalnızca bazıları bağnazdı ama hepsi de kök salmış güçlerden sıkılmıştı. IŞİD, bencil Körfez krallıklarının, Mısır’ın laiklik yanlısı, gaddar ordusunun ve Batılılaşan Türklerin olduğu ortamda aradığını bulamayan Sünnilere hitap ediyordu.
Askerler IŞİD militanlarının saklandığı düşünülen bir sazlığı yakıyor.
Temmuz ayında Bağdat’ta bir grup şeyh, Ramadi’nin önde gelen şeyhi Rafaa El Fahdevi’nin malikanesinde konuyu görüşmek üzere bir araya geliyor. IŞİD şeyhlerin desteği olmaksızın bu kadar geniş bir bölgeyi ele geçiremezdi. Bir kısmı IŞİD’e karşı savaşmıştı ama pek çoğu da –kimse kaç kişi olduğunu bilmiyor– örgütü desteklemişti. Destekleyenlerin bir bölümü IŞİD’in ideolojisine de sahip çıkarken, diğerleri yalnızca pragmatik davranıyordu. IŞİD yeni, Sünni merkezli bir rejim vadediyordu ve kararlı, dolayısıyla da durdurulamaz görünüyordu. Kamusal alanda çok az şeyh bunları kabul edecektir –ama özel konuşmalarda açık sözlüler.
“Hükümetin IŞİD için gerekli ortamı yarattığını hepimiz görebiliyoruz,” diyor Fahdevi. Bunun yanı sıra pek çok insanın hayatta kalabilmek için IŞİD’e ses çıkarmadığı da doğru. Ancak herkes de masum değil. Kendi aşiretinden yaklaşık 200 erkeğin coşkuyla IŞİD’e katıldığını tahmin ediyor. Bu büyük bir oran değil –hatta muhtemelen militanların öldürdüğü insan sayısından daha az– ama yine de bir sorun. Aileler dağılmış. “Birçok yerde bir erkek kardeş polis memuruyken, bir diğerinin İŞİD’e katıldığını görmek mümkündü,” diyor. “Bir baba kendi oğlunu veya bir evlat kendi babasını öldürebiliyordu.”
Şeyhin Londra’da okuyan ve kendi deyimiyle “topraklarını IŞİD’e karşı savunmak için” geri dönen oğlu, cihatçıların kendisini ve şeyhin diğer oğullarını kendi taraflarına çekmek için nasıl ustalıkla uğraştığını anlatıyor. Örgüt liderleri doğrudan ceptelefonlarından arayıp Sünni birliği duygularına hitap edip, gururlarını okşuyormuş. Yakın bir arkadaşı tüm bunlara karşı koyamamış. “Beynini yıkamış olmalılar.”
Odadaki herkes örgütün Irak dışındaki güçlerden yardım aldığına inanıyor. Ama bu güçlerin kim olduğuna dair fikirler, her bir kişinin Irak toplumuna bakış açısına ve neyin yanlış gittiğine dair olan inancına göre değişiklik gösteriyor. Suçlu İran da olabilir, Suudi Arabistan da, ABD de, İsrail de. Psikolojik olarak IŞİD hem yerel hem de küresel tüm şüphelerin ve öfkelerin bir araya geldiği bir yer.
Şeyhin oğlu IŞİD’in Sünni bir örgüt olmadığını düşünüyor. Nasıl olabilir ki? Bir sürü Sünni’yi öldürdü.
“IŞİD’in İranlı olduğunu biliyorum,” diyor, olasılık dışı olsa da yaygın olarak kabul gören bir fikri dillendirerek. “Sünni toplumunu yok etmeye geldiler.”
Hemfikir oldukları tek bir şey var, o da Ebu Bekir El Bağdadi’nin Usame bin Ladin’in hiçbir zaman yapamadığı derecede başarılı olmuş olması. Böyle düşünmelerinin tek nedeni IŞİD’in kontrolündeki bölgeler veya El Kaide’den daha çok korku salması değil. El Bağdadi, bin Ladin’e göre politik olarak daha kurnaz hareket etti. O ve işbirlikçileri Irak’taki hoşnutsuzluktan büyük bir ustalıkla yararlanmayı başardı.
“Terörizmde kara kuşak sahibi onlar,” diyor bir şeyh.
IŞİD aynı zamanda toplumun ötekileştirdiği kişilere ve yoksullara da cazip geliyor. El Anbar’ın Irak’ın en yoksul ve en az eğitimli vatandaşlarının yaşadığı yer olması ve IŞİD’in propagandasının siyasi İslam’daki sosyalist akıma odaklanması bir rastlantı değil. IŞİD’in derinleştirdiği diğer sosyal uçurumlar gibi stratejilerindeki sınıf boyutu vurgusu da sıklıkla göze çarpıyor. Örgüt bir gün Irak’tan tamamen çıkarılacak olsa da, IŞİD’e karşı savaşan birlik –Araplar ve Kürtler, Sünniler ve Şiiler, ordu ve milisler– oldukça hassas bir karışımdan oluşuyor. Ortak bir davaları olmasa, bu birliği meydana getiren taraflar birbirinin boğazına sarılabilir.
IŞİD’e karşı savaşan Sünni kuvvetler Musul’un güneyindeki bir köyde cephe hattında toplanıyor.
Irak güçleri yaz boyunca Dicle Nehri’nin kuzeyinden bastırıyor. Ağustos ayı itibarıyla Musul’a geçmek için gerekli stratejik konuma sahip, nehir kenarına konuşlanmış ufak bir şehir olan Kayyare’ye ulaşıyorlar. Kayyare’yi ele geçirmek için verilen savaşın ortasında bir gün, bir ordu konvoyu Mahmur’daki üsten hareket ederek cephe hattına geliyor. Boz renkli pikabı bir jip ile bir kamyon takip ediyor. Araçlar savaş yüzünden yerinden yurdundan olmuş insanlar için pirinç, çay, şeker, yemeklik yağ ve gıda barındıran 200 mavi çöp torbasıyla yüklü.
Pikabın ön koltuğunda Musul harekâtının pek çok planlayıcısından –veya en azından harekâtı planlaması gerektiğine inanan pek çok kişiden– biri olan, Bağdat’ın önde gelen bir generali oturuyor. Pikap yanıp kül olmuş bir köye ulaştığında önünde birbirine paralel uzanan iki toprak yol duruyor şimdi. Halihazırda gergin olan şoför ne yapacağını bilmez bir halde. Her yerde el yapımı bombalar olabilir.
“Tekerlek izlerini takip et—sağa veya sola gitme,” dedikten sonra kısa boylu, kel general, arka koltukta neredeyse üst üste oturan emir subaylarıyla konuşmaya devam ediyor. “Bağdat’ta biz böyle fikirlere tahammül göstermeyiz,” diyor IŞİD’in Irak kırsalındaki popülaritesini kastederek. “Ama burada insanlar dünyanın geri kalanından kopuk. Kendi başlarına düşünemiyorlar.” Hemen ardından YouTube’da izlediği bir videodaki şarkıyı söylemeye başlıyor.
Şoför sola doğru meylediyor.
“Hayır, o yoldan değil. Orada bombalar var. Düz git. Üzerimize roket atarlar.”
Konvoy Dicle’nin kıyısında, Kayyare’nin güneyinde, seçkin bir ileri harekat tugayı olan Altın Bölük’teki askerlerin kamp yaptığı yere ulaşıyor. Köprüler yıkıldığı için dubalardan yüzer bir köprü inşa ediyorlar. IŞİD bu köprüyü yıkmak için nehir aşağı varil bombaları attığından birlikler köprünün yaklaşık 100 metre yukarısına boş yağ varillerden oluşan bir çeşit barikat yapmak zorunda kalıyor. Garantiye almak için askerler nehir kenarında konuşlanarak nehrin akıntısında kıpraşan her şeye ateş ediyor. Ateş sesleri yankılanıyor, kimi zaman bu gümbürtülerin ardından pat diye bir ses çıkıyor. Diğer askerler bir atış poligonunun ortasında olmayı umursamadan yıkanıyor veya kamyonun şasisinin gölgesinde, tankların ön panelinde uzanıyor.
Konvoy köprüyü geçiyor ve gıda paketlerinin dağıtılacağı Cahala köyüne varıyor. Konvoy ulaştığında yüzlerce insan ana meydanda toplanmış bile. Erkekler ana yolun kenarında yüzlerini kendilerine dağıtılan karnelerle güneşten koruyarak sıra halinde çömelmiş otururken, kadınlar gölgede daha dağınık bir kuyruk oluşturacak şekilde bekliyorlar. Sıralar her geçen dakika biraz daha uzuyor. Yiyecek dağıtımının trajik bir gösteri olduğunu bilen genç erkek ve çocuklardan oluşan kalabalıklar ise izlemek için meydanın etrafındaki avlu ve teraslarda toplanmış. Askerler tüfekleri hazır bir halde duruyor. Nehrin öte tarafındaki köyde bir patlama oluyor –bir roket saldırısı veya çok büyük bir havan topu–, gökyüzünde bir toprak bulutu beliriyor. Kimse yerinden bile kımıldamıyor.
Bir tarım işçisi on binlerce mültecinin toplandığı Halidiye kasabasına giden ıssız yolda yürüyor.
Kamyon meydana giriyor, şoför arka kapağı açıyor. Köyün yaşlılarından biri yaklaşıyor.
“Bu köy mülteci kampına döndü,” diyor general. “Nüfus 700’den 25 bine çıktı. Buraya hiçbir şeyleri olmadan geliyorlar. Daha fazla yardıma ihtiyacımız var.”
Generale bir yığın karne verilmiş. İsimleri okuyor ve gelenin eline poşetini tutuşturuyor.
Hava sıcaklaşıyor, kuyruklar uzuyor, kadınlar huysuzlaşıyor.
“Bana şurada yer açsana,” diyor bir kadın sıraya kaynamaya çalışarak.
“Hayır, burası bizim yerimiz.”
“IŞİD varken kötüydü, ama bu daha kötü,” diyor bir diğeri.
“Güvende olmak daha iyidir.”
“IŞİD’çilerin hepsi köpek.”
“General nerede? Onunla konuşmak istiyorum.”
İnsanlar generalin yanına gitmek ve onunla birebir konuşabilmek için öfkeli mırıltılar eşliğinde sıralarından çıkıyor. Bir adam generalin yanına ulaşıyor ama adam henüz ağzını açmaya fırsat bulamadan general “Konuşma. Sıraya gir,” diyor.
Küçük bir kız yanaşıyor bu defa.
“Çok küçüksün. Kızım da senin gibi. Sıraya gir hadi.”
Yiyeceklerin herkese yetmeyeceği artık açık. Kadınlar kurallara uymamaya başlamış, oturmayı reddediyorlar. General bağırıyor.
“Allah kitap çarpsın, adam gibi sıraya girmezseniz size yardım paketi yok!”
Köyün yaşlıları kadınlara yalvarıyor.
“Lütfen oturun. General çok kızdı.”
Son paket de veriliyor. Şoför kamyonun kasasını kapayıp motoru çalıştırıyor. Mırıltılar bağırışlara, yemek kuyrukları izdihama dönüşüyor. Bir asker tüfeğini gökyüzüne doğru yöneltip ateş açıyor. Birkaç köylü ürküyor; çoğu umursamıyor.
“Ateş etme!” diye bağırıyor general. Asker özür diliyor.
IŞİD’le savaştan kaçan genç Sünni erkekler Mahmur’un dışındaki bir kontrol noktasında.
General pikabın kapısını açmaya çalışırken, bir grup yaşlı kadın generalin yanına gelerek ellerini uzatıp yemek için yalvarıyor.
“İnşallah yarın daha çok yiyecek olacak,” diyor general. “Bugünlük bitti ama yarın bin poşet yiyecek olacak! Dur, sana bir şarkı söyleyeceğim.” Şarkısına başlıyor. “Bugünlük bitti ama yarın bin poşetimiz olacak.”
Şoför arabayı hareket ettiriyor. Yaşlılar kamyona koşturuyor.
“Eğer bize daha fazla yardım getirirseniz, karım ve kızlarım askerleriniz için yemek yapar.” “Benim elimde değil,” diyor general penceresini kapatırken. “Bu yemekler babamın çiftliğinden gelmiyor ya.”
“Burası Bizim Yuvamız”
IŞİD’in El Kaide’den ayrılma nedeni, Ebu Bekir El Bağdadi’nin her konuda çok dediğim dedik olması. Kendisinin ve cihatçılarının geldiği ekolün hemfikir olduğu bir konu var. Cihat tarihçisi David Cook’un da söylediği gibi onlara göre “bütün dünya İslam’ı yok etmek için el ele vermişti.” Ancak Usame bin Ladin örgütünü İslam’ın en büyük düşmanının “uzaktaki” Batı olduğu inancı üzerine kurarken, El Bağdadi “yakın düşmana”, Müslüman dünyanın gayrı meşru hükümetlerine odaklanıyor.
Daha da kötüsü, Şiilerin İslam’ın içerisinde yayılan bir kanser olduğuna dair vaazlar veriyor. Bunu yaparken Irak’ta onyıllardır süregelen mezhepçi politikaları takip ediyor aslında. 1970’lerde Baas Partisi İran doğumlu olduğu düşünülen kişileri sınır dışı etmişti. 1980 yılında Saddam, İran’la savaşa girdiğinde kendisini gerçek İslam’ın savunucusu, Sünni Arapları, kendilerine yedinci yüzyıldan bu yana tehdit teşkil eden İranlı Şii aşiretlerden koruyabilecek tek adam ilan etmişti. (Bunu, kendisine sadık bir şekilde savaşan pek çok Iraklı Şii’ye rağmen söylemişti.) Bağdadi ABD işgalinin olduğu kadar, 2000’lerin ortalarındaki mezhepçi savaşın ortaya çıkmasına neden olan bu inancın çocuğuydu. Şiilerin öldürülmesi gerektiğine olan inancının temelleri de işte burada yatıyor.
O halde Irak’taki destekçileri neden Şiilerden büyük olasılıkla daha fazla sayıda Sünni’yi öldürdü? Bunun nedeni şu olabilir: IŞİD El Kaide’den yalnızca cihadın profesyonelleşmesi alanında değil, aynı zamanda cihadın teorik yapısında da ayrılıyor. Bu anlayışa göre Müslüman adını ancak birini öldüren bir Müslüman hak ediyor. Üstelik yalnızca kâfirlerin, din değiştirenlerin, Şiilerin değil, birini öldürmeyen Müslümanların da öldürülmesi gerekiyor. Bu bakış açısına şekil veren son dönem Filistin cihat kuramcılarından Abdullah Azzam’dı. “Onur ve saygı yalnızca sakatlar ve cesetler üzerinde inşa edilir,” diye yazmıştı. “Dünya üzerindeki her bir Müslüman cihadı ve silahları bırakmış olmanın sorumluluğunu taşıyor.”
Kayyare’den kaçan bir kadın ve çocuğu cepheye geliyor.
Azzam’ın sözlerinde en çok göz çarpan şey başkalarına yönelmiş bir nefretten çok, kendine yönelik nefreti. Derin bir utanç politikası. Cinayetten çok intihara yatkınlık. Dolayısıyla son zamanlarda Irak’ta bulunan birçok IŞİD savaşçısının cesedinin çatışmalar sırasında değil de kendi silah arkadaşları tarafından öldürüldüklerini ortaya çıkarmış olması belki de şaşırtıcı değildir.
Bu yaz, IŞİD Suriye’ye geri çekilirken, örgütün sadomazoşizmi en çok Felluce’de kendini gösterdi. Dünyada çok az yerin adı şiddetle eşanlamlıdır. Bağdat’tan aşağı yukarı bir saatlik bir araba yolculuğuyla ulaşılabilen Felluce, El Anbarlı isyancıların kalbi. Britanyalılar Fransa’yla bir anlaşma yaparak, Irak’ı Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparıp daha sonraları Suudi Arabistan olacak topraklarda yarattıktan ve başına da Hicaz’dan bir yabancıyı getirip yerleştirdikten sonra Felluce’deki Iraklılar isyan etmişti. Camiler Şehri olarak bilinen kentte (“Felluce’nin 100 bin sakini varsa 90 bini vaiz olduğunu iddia eder,” diye şaka yapmıştı Iraklı bir general), 2000’lerin ortasından itibaren o kadar çok cihatçı vardı ki, kentin bir kere değil, tam iki kere onların elinden geri alınması gerekmişti. ABD işgalinin en azılı saldırılarından biri olan Felluce savaşları, Amerika Birleşik Devletleri Kara Harp Okulu’nun yanı sıra militanların eğitim kamplarında da okutuluyor. Ebu Bekir El Bağdadi de Felluce’de tutuklanmıştı.
Ocak 2014’te IŞİD Felluce’yi ele geçirdi. Bu yılın Haziran ayının sonlarında, bir aylık bir mücadelenin ardından, Irak özel kuvvetler askerleri kentte yeniden kontrolü sağladı. Kente giden anayolun üzerindeki elektrik direkleri kırılıp ortadan ikiye bölünmüş, bir zamanlar ana yoldan çıkış için kullanılan yolun beton levhaları patlamış bir benzin tankerinin üzerinde oraya buraya saçılmış. Şehre girmek, ustalıkla yapılmış, anayola dik bir açıyla kazılmış ve şehrin etrafında kilometrelerce uzanan 2 metrelik bir hendeğin üzerinde dikkatlice araba sürmeyi gerektiriyor. Bunun ilerisinde ise toprak bir duvar var. IŞİD kendisini nihai savaşa hazırlamak için buna benzer beş savunma halkası oluşturmuş.
Ana caddede palmiye ağaçları dikiliyor, devrik elektrik direkleri delik deşik olmuş zeminde kesik saçlar gibi uzanıyor. Çarşıdaki demir kepenklerde giysi askıları asılı, kemeraltındaki yığınlar için dişdaşe ve beyaz örgü takkeler var. Kent, el koydukları evlerin avlularında dolanan, eski jeneratörleri kurtarmaya çalışan veya ön camlarındaki kurşun deliklerine yerleştirdikleri pembe plastik çiçeklerle araçlarıyla turlayan bitap düşmüş askerler haricinde bomboş. Felluce’nin ana meydanındaki IŞİD bayrağını çıkarıp yerine Irak bayrağını asmışlar ama bayrak direği hâlâ siyah üzerine beyaz çizgilerle bezeli.
Bir grup asker ve polis yerle bir olmuş sokaklardan geçerek Felluce Kadın Öğretmenler Enstitüsü’ne yürüyor. Burası IŞİD tarafından mahkeme ve infaz salonu olarak kullanılmış. Havada ağır bir koku var: Çürümüş et. Giriş koridorunda bir yığın devrilmiş dolap göze çarpıyor. Bir zamanlar burada okumuş genç kadınların dosyaları, mavi dosyalarının kenarına zımbalanmış fotoğraflarıyla birlikte yerlere saçılmış.
Adamlar küçük bir avluya vardıklarında, neredeyse aynı anda elleriyle burunlarını kapıyorlar. Bir polis memuru toprağın içindeki yazı tahtasını kenara itince ortaya bir kemik çıkıyor. Kemik, bir kaldırım taşının altından fırlamış. Biraz daha yaklaşıyorlar. Delik ceset dolu. Cesetler öylesine çürümüş ki –ne bedene, ne de iskelete benziyorlar– içeride kaç kişinin olduğunu söylemek bile imkansız. Deliğin üstü bir halı ve koltukla kapatılmış. Bir polis şefi bu kişilerin IŞİD üyesi olduklarını düşündüklerini söylüyor; korkaklık, ihanet veya başka bir suçtan ötürü infaz edilmişler.
Aileler Haccac’daki Silo Kampı olarak bilinen derme çatma mülteci kampında dinleniyor.
IŞİD Felluce’yi aldığında kentteki etkileyici merkez hastaneyi alıp karargâh haline getirmişti. Tuhaf bir tercih olduğunu düşünmüştü bazı vatandaşlar ama aslında hastanenin bazı pratik avantajları vardı. Kaçamayan doktorlar yaralı militanları tedavi etmeye zorlanabilirdi ama tek avantaj bu değildi. Hastane, bilgisayarlarıyla, sanayi tipi mutfağıyla ve civardaki en iyi jeneratörleriyle Felluce’deki en modern binaydı, üstelik ana caminin hemen yanında konuşlanmıştı.
Kent sakinlerinin göremediği, en azından ilk anda göremediği şey ise hastanenin sembolik avantajıydı. Hastane IŞİD’in psikolojik gücünü savaş meydanının ve seccadelerin çok daha ötesine taşıyordu. “Sağlıklıyken, hastayken, yaşarken ve ölürken sizi kontrol ediyoruz,” demekti bir anlamda. Tabii ki savaş meydanı hastanenin sahiplerinin aklının bir köşesindeydi her zaman: Her şeyden de önemlisi hastane iyi bir savunma pozisyonu sağlıyordu. Felluce’deki en yüksek yapıydı ve kente hakimdi. IŞİD’in de beklediği gibi Irak kuvvetleri geri geldiğinde, birliklerin hareketleri hastanenin çatısından izlenebilecek, silahlar hedeflere yöneltilebilecek, keskin nişancılar binanın pencerelerine konuşlanacaktı.
Bir grup adam hastaneyi inceliyor. Bir avludan geçiyorlar. Morg sedyeleri ufak ve yeni kapanmış bir mezarın yakınında yerde duruyor. Bir asker mezardaki cesedin boyunun ne kadar olduğunu göstermek için elini göğsünün hemen altına götürüyor. Çatışmalar sırasında kent sakinlerinin ölen çocuklarını hastaneden mezarlığa götürmesi çok tehlikeliydi, bu yüzden çocuklarını hastanenin arazisinde buldukları herhangi bir yere gömüyorlardı.
Acil serviste binanın iskeleti ve tavanın karoları vahşi bir bitki örtüsü gibi sarkıyor duvarlardan. Bir polis memuru –Ebu Nebah’la birlikte– etraftaki kişisel eşyaları arayıp, bulduklarını plastik torbalara koyuyor. Sedyeler ve tekerlekli sandalyeler taşıyacakları kişileri beklercesine bomboş duruyor ortalıkta. IŞİD savaşçılarının yatakhane olarak kullandığı bir depoda, battaniyeler, ayakkabılar ve bir çaydanlığın yanı sıra Kalaşnikof şarjörlerini taşımak için kullanılan bir de askı var. Askerlerden biri telefonunun ışığını kemerin üzerine tuttuğunda üzerindeki soluk mavi keçeli kalemle yazılmış yazı okunuyor: “Özbek.”
“Yine bir yabancı,” diyor.
Duvarlarda IŞİD ambleminin kalitesiz fotokopileri ve IŞİD antetli kağıtlarına basılı resmi notlar asılı. Bu sözler gücü henüz elinde bulundurdukları, çaresizlikle yıkanmış son günlerine dair bazı fikirler veriyor. “Allah tüm kardeşlerimizi ve şube şeflerini korusun,” yazıyor bir muhtırada. “Tüm kardeşlerimiz bu muhtıra tarihinden itibaren 20 gün içinde ailelerini acilen Felluce bölgesine getirmelidir. Bu emri ihlal edenlerin izinleri kaldırılacaktır.”
Geçtiğimiz hafta boyunca Ebu Nebah ve diğer pek çok polis memuru hastaneyi koruyor. Bekçi kulübesinde yerde uyuyup, ambulans şeridinde bir tripodun üzerine yerleştirdikleri .50 kalibrelik bir makineli tüfeğin etrafında gözle görülür bir keyifle zaman geçiriyorlar. Ebu Nebah ganimetine bakarken –bir miktar Kalaşnikof kovanı ve siyah bir teçhizat kemeri– bu göreve getirilmeden önce de hastaneyi iyi bildiğini söylüyor. Dört çocuğunun tamamı burada doğmuş. Felluce’deki iki savaş sırasında kaçmış. Daha sonra isyanın zirve yaptığı dönemde polis olmuş.
“Ama bunların hiçbiri IŞİD kadar kötü değildi,” diyor.
Cihatçılar geldiğinde, kaçacak parası olan polisler kaçmış. Kaçamayanlar saklanmış. Saklanamayanlar ise teslim olmuş. Hisbah olarak adlandırılan din polisi tarafından camilerde ve meydanlarda kalabalıkların önüne çıkıp kâfir hükümetin kanunlarını dayattıkları için duydukları pişmanlığı dile getirmeye zorlanmışlar. Bazıları bu kamu önündeki aşağılanma törenlerinden sonra dahi infaz edilmekten kurtulamamış. Ebu Nebah yaklaşık yüz aileyle birlikte, kısacası tüm mahallesiyle birlikte kaçmış. Yıkıntılar içindeki şehrine üçüncü kez geri dönüşü bu.
“Niye her defasında geri dönüyorsun?” diye soruyorum.
“Burası bizim yuvamız,” diyor. “Neyse, sonuçta Ramadi kadar kötü de değil.” Yerden tüylü bir nesne alıyor eline. İlk önce peruk olduğunu sanıyorum. Havaya kaldırınca kafanın arkasına geçmesi için tasarlanmış bir lastiği olduğunu görüyorum. Bu bir takma sakal. Düzgün bir cihatçı sakalına sahip olabilecek kadar kıllı –veya yaşlı– olmayan bir IŞİD savaşçısı tarafından kullanılmış. Bunlardan daha önce de bir sürü kez görmüş olmalarına rağmen polisler gülmelerine engel olamıyor.
“Bir Daha Asla Geri Dönmeyeceğim”
IŞİD’in kana susamış hali elbette dünyanın daha önce görmediği bir şey değil. Ancak örgütün dünyaya tanıttığı yeni bir şey var; o da örgütün bunu paketleyip yayınlama hevesi. Örgütün yalnızca şiddet içeren videoları ve propagandalarında değil, aynı zamanda “Afgan” savaşçı giysilerine yönelik saplantısında, dehşet verici amblemini bulduğu her boş yere koyma konusundaki ısrarcılığında, bayrak direklerini boyamasında İslam Devleti’nin çocuksu bir korku uyandırma isteğini yansıtan estetik anlayışı göze çarpıyor.
Bu estetik tuhaf yollarla kendini gösteriyor. Asker ve polisler Öğretmenler Enstitüsü’ndeki toplu mezarları keşfettikten sonra, öğrencilerin işlerinin hâlâ duvarlarda asılı olduğu üst kattaki sanat ve el sanatları sınıfına çıkıyorlar: Çalılarla kaplı bir kumsal sahnesi, plastik kaşıklardan oluşan elbisesiyle dans eden bir kadın. Bu ikisinin arasındaki sıvada ise, bir adamın ismi kazılı.
“Ebu Assam El Ensari,” diyor bir polis şefi. “Buranın gardiyanıydı.”
Ensari’nin ofisini buluyorlar. Öyle görünüyor ki insanları öldürmediği zamanlarda, tutkularını dekoratörlük yaparak tatmin ediyormuş. Masasında üzerine kendi adının, IŞİD ambleminin ve “La ilahe illallah” kelimelerinin yazılı olduğu plastik köpükten bir kupa duruyor. Bir yazı masasında ahşap oyularak yapılmış bir Irak haritası var. Bir ergenin meslek dersinde yapabileceği türden bir işçilikle koyu çizgilerle IŞİD’in ele geçirdiği bölgeler işaretlenmiş haritada. Ve yüksek mevkii nedeniyle, masasının karşısındaki duvarda Arapça bir hat sanatı tablosu asılı; belki de Felluce için savaşmayı beklerken moralini yüksek tutmak için yapılmıştır bu tablo. Yeşil ve kırmızı renklerde parlak bir boyayla, kötü bir yazıyla “İslam Devleti Duruyor ve Yayılıyor” yazılmış.
Bir polis memuru tüfeğinin ucuyla tabloyu alıp yere vuruyor.
Batı’nın ahlaksızlığını ayıplamasına rağmen, “İslam Devleti”nin uyguladığı şiddetin göz ardı edilemeyecek derecede cinsel bir yanı var. İnsanın bu duyguyu sezebilmesi için çok fazla tanıtım videosu izlemesine gerek yok. Veya genç erkek destekçilerinin kamuya açık Facebook profillerine biraz bakmak üzücü kibirlerini, cinsel gerginliklerini görmek için yeterli.
Öğretmenler Enstitüsü’nden döndükten sonra Felluce’deki polis merkezinde adamlar IŞİD’in mahkeme kayıtlarına göz atıyor. Anlaşılan o ki, Felluce’deki pek çok kadın kocalarından ayrılmak için IŞİD yönetiminden faydalanmış. Bir boşanma davasında kadın “Kocam Adnan’a dava açmak istiyorum çünkü kısır,” diyor. Evleneli üç aydan daha kısa bir süre geçti, ilk bir hafta dışında hiç cinsel ilişkiye girmedik. İlk haftadan sonra da hasta olduğunu ve önceden aldığı ilaçları alamadığını söyledi. Bir ay önce de gitti, bana da hiç para bırakmadı.” Adnan mahkemeye verdiği cevapta “karımın ailesi bana yaklaşmasına engel oldu. Evliliğimizin ilk günü cinsel ilişkiye girdik ve kendimi hasta hissetmedim. İkinci gün de aynı şekilde. Ama şimdi hastayım, Ebu Ömer ve Ebu Şuayip’ten aldığım hapları kullanıyorum. Dini ilaç. Karım tekrar benimle olmak istiyor.” IŞİD hakimi Kuran’a dayanarak kadının lehine karar vermiş. Polisler bunları okurken kıkır kıkır gülüyor.
Tıpkı Ensari’nin sanat eseri gibi yeminli ifadeleri de komik buluyorlar çünkü bu tür şeyler İslam Devleti’ndeki yaşama dair bir şeyler anlatıyor. Kısaca söylemek gerekirse, hayatın sıkıcı olduğunu anlatıyorlar. Terörist bir teokrasinin öngörülebilir gerçekliği –IŞİD’in asker toplarken asla söz etmediği bir gerçeklik bu– sıkıcılık. Şiddet ve ibadet gösterileri arasındaki zamanda yapacak pek fazla şeyleri yok.
IŞİD’den kurtulanlar da bunu söylüyor. Kayyare için verilen savaş devam ederken, Iraklılar biner biner civardaki köylere ve çiftliklere kaçıyorlar. Çoğu, Mahmur yakınlarındaki kampa ulaşmaya çalışıyor. Buradaki yol bir zamanlar cephe hattı olan yerden geçerek batıya, bir ordu karargahına ulaşıyor. Mültecileri karşılamak için dikilmiş dört çadır var burada; üstlerini kaplayan muşamba rüzgârdan lime lime olmuş. Bir bekçi kulesi Kayyare’de IŞİD’in ateşe verdiği petrol yataklarından yükselen dumanlarla siyaha boyanmış ufka bakıyor. Bazı mülteciler güvenli bir yere ulaşabilmeyi başarmış. Etrafta artık çölle aynı renge dönüşmüş terk edilmiş arabalar var; bazılarının arka koltuğunda ağzına kadar dolu valizler görünüyor, bazılarınınsa açık bagajından fırlamış valizler var. Arabaların hepsinin arka camında veya üstünde teslim olma anlamına gelen beyaz bayraklar var.
Cephe hattındaki köy Hac Ali’nin kırsalında bir IŞİD militanının cesedi.
Yüzleri ve kolları yangından çıkan yağ buharı yüzünden siyah kabarcıklarla kaplı iki adam geliyor. Yine de mutlular; artık güvendeler çünkü. Kaşını şüpheyle havaya kaldıran bir asker onları sorgulamaya başlıyor.
“Önce bir su içebilir miyiz?” diye soruyor biri.
O sabah Dicle’yi yüzerek geçmişler. Karşı kıyının kontrolü IŞİD’in elindeymiş ve keskin nişancılar suya giren herkesi vuruyormuş. Önce ikisi arasından yaşça daha büyük olan Muhammed geçmiş karşıya, kıyıya çıkınca da bir kum tepeciğinin ardına saklanmış. Öğle vakti Abdullah’ı (adamlardan daha genç olanı) sudan çıkarken görmüş. İkisi eskiden birlikte futbol oynarlarmış. Islık çalmış ona.
“Sarılıp ağladım,” diyor Muhammed.
İslam Devleti’nde yaşamanın en kötü yanının korku değil, can sıkkınlığı olduğu konusunda ikisi de hemfikir.
“Kocaman bir hapishane gibiydi,” diyor Muhammed.
“İki yıl boyunca da futbol oynayamayız ya,” diyor Abdullah.
Muhammed IŞİD’in emrettiği gibi sakallı bıyıklıyken, Abdullah henüz 20 yaşında bile değil ve yanaklarında parça parça sakalları var. Chelsea futbol takımının formasını giyiyor. IŞİD geldiğinde okulu bırakmış, Kuran okumaya ilgi duymuyormuş. Sigara içme yasağını hiçe sayarak karaborsada sigara satmaya başlamış. İki kere hapse girmiş, ikisinde de kauçuk bir hortumla kırbaçlanmış.
Daha da kötüsü, tüm bu süre boyunca kızlarla telefonda konuşamamış. Cihatçılar telefon konusunda çok paranoyakmış. Ergen bir sigara satıcısının çakma bir Samsung’dan telefon açarak Amerika’nın kendilerini bombalamasına neden olabileceğini düşünüyor gibi bir halleri varmış. “Yalnızca birkaç gün önce,” diyor, “Kayyare’de dört adam telefonla yakalandıktan sonra kafaları kesildi.” İşin en saçma yanı ise aslında telefonları olmasına izin veriliyormuş –sadece SIM kartlar yasakmış, böylece kimse birilerini arayamıyor veya mesaj atamıyormuş. Abdullah bir defasında bir IŞİD polisine bu uygulamanın amacını sormuş.
“‘Böylece telefonundan ilahiler dinleyebilirsin,’ dedi bana,” diyor Abdullah. Muhammed gülüyor.
Abdullah Muhammed’e ordunun ailelerine yapabileceklerinden dolayı endişeli olup olmadığını soruyor. Askerlerin tüm Sünni erkeklere IŞİD mensubu muamelesi yaptığını duymuş.
“İsrailliler gelse olur,” diyor Muhammed. “IŞİD hariç ne olursa kabul. Çünkü onların en sevdiği şey kan.”
Abdullah endişelenmekte haklı. Onun da IŞİD kontrolündeki bölgelerden kaçan pek çok genç erkek gibi sorgulanmak üzere merkeze götürülme olasılığı oldukça yüksek. Kaçmak için bekledikleri her bir gün, üzerlerindeki şüpheyi artırıyor. Bazıları birkaç saatliğine, bazıları birkaç aylığına orada tutuluyor. Tikrit yakınlarındaki bir mülteci kampı orada iki yıldan uzun süredir yaşayan Sünni ailelerle dolu.
IŞİD’den arındırılan her yeni köyle birlikte, Sünnilerin askerler veya Şii milisler tarafından taciz edildiğine dair raporlar artıyor. Şii milisler ordu harekâtlarında daha çok rol aldıkça ve ordu ile milisler arasındaki çizgi muğlaklaştıkça, bu sorun daha da derinleşecek gibi görünüyor. Düzenli ordu birlikleri kendilerini Şii olarak tanımlamaktan rahatsızlık duymamaya başlamış durumda. Kontrol noktaları ve karargâhlarda, mezhebin yedinci yüzyıldaki ataları olan Hz. Ali’nin veya İmam Hüseyin’in kahramanlık portreleriyle süslü bayraklar veya Iraklı Şiilerin ruhani lideri Ali El Sistani’yi veya radikal Şii önder Mukteda El Sadr’ı gösteren posterler görmek şaşırtıcı bir durum değil.
Eğer IŞİD Musul’da yenilirse, örgüt Irak’ta tamamen bitmiş olacak. Ancak Iraklılar bundan sonra yeni bir mezhepçi savaşın çıkmasının an meselesi olmasından korkuyor.
Sağlık görevlisi Ayham Ali ve ailesi dağdaki Faziliye bölgesine ulaştıktan sonra, bir doktor yaralarına bakıyor. Meyve suyu, meyve ve kurabiye veriliyor kendilerine. Ali’nin kısaca sorgulandığı cephedeki ana karargâha getirildikten sonra arabayla dağın aşağısındaki küçük bir yerleşkeye götürmüşler. İki yıldan beri ilk kez IŞİD yönetiminin olmadığı bir yerde uyumuşlar o gece.
Ertesi gün Ali bir ofise götürülüyor, burada oturması söyleniyor kendisine. Tanınmayacak kadar değişmiş bir halde. Sinekkaydı tıraş, üzerinde yeni bir pantolon ve yakalı bir gömlek. Önündeki masada bir general, iki tarafındaki koltuklardaysa Kürt istihbarat örgütü Asayiş’le birlikte başka memurlar oturuyor.
“Sana yalnızca birkaç soru sormamız gerekiyor,” diyor general.
Sorgulamayı, konuşurken gömleğindeki açıklıktan memnuniyetle göbeğini kaşıyarak konuşan şişmanca kel bir memur yönetiyor. Asayiş’in Musul’da muhbirleri var. Sorgulamayı yapan adamın Ali hakkında bir sürü şey bildiği belli. Ali’ye bir iPad uzatıyor, tablette Google Earth’ten Musul’daki sokağı gözüküyor. Ali’den evini göstermesini istiyor.
“Çok yakınlarında bir IŞİD evi var,” diye belirtiyor sorgulamayı yürüten adam.
Ali geriliyor. Musul’dan kaçmak için iki yıl beklemiş olmasının lehine bir izlenim yaratmadığının farkında. Aynı şekilde IŞİD şehri ele geçirdikten kısa bir süre sonra ailesiyle birlikte civardaki köylerden birinden merkeze taşınmış olması da pek iyi bir izlenim bırakmıyor. Saklamaya çalışmasının bir anlamı olmadığını anlıyor.
“Köyümüzü terk ettik çünkü savaşta yerle bir edilmesinden korktuk,” diyor.
Adam istifini bozmuyor. Zaten asıl merak ettiği şey Ali’nin neden bundan sonra Musul’u terk etmediği.
“IŞİD Musul’a geldiğinde, Kürtlerin kontrolündeki bölgelere giden yollar hâlâ açıktı, değil mi?”
“Kürt bölgesine ulaşmayacağımızı düşündük,” diyor Ali. Yolların mayınlı olduğu söyleniyormuş. Kaçmaya çalışan insanlar öldürülmüş.
“Yan köyünüzden IŞİD’e katılanları tanıyor musun?” diye soruyor bu defa.
“İki tanesini tanıyorum. Babalarının adını biliyorum. Onların adını bilmiyorum.”
“Peki senin köyünden katılanlar?”
“Hepsini tanıyorum onların.”
“İsimlerini söyle.”
Ali bir anlığına duraksıyor.
“Kuzenim IŞİD’e katıldı,” diyor.
Sorgulayan adam yine şaşırmıyor.
“Evet, onu biliyoruz.”
Ali kuzeninin şarapnel yaralarını tedavi ettiğini anlatıyor. Aslında bunu yapmayı istememiş ama kuzeni ısrar etmiş. IŞİD üyesiymiş sonuçta –Ali reddedememiş.
Ali’den telefon numaralarını vermesini istiyorlar. Hiçbir numarayı bilmediğini söylüyor.
“Ben bu adamları yalnızca tanıyorum. Bu onlarla işbirliği yaptığım anlamına gelmiyor.”
“Biliyorum,” diyor adam. “Peki ya Facebook?”
“Facebook hesabım yok. Zaten Facebook’u kullanabileceğim bir telefonum bile yok.”
Adam, Ali’ye kaldığı IŞİD hapishanesindeki gardiyanı, kontrol noktalarını, tünelleri, topların konumlarını soruyor. Sorgulama bittiğinde odadaki hava yumuşamışa benzemiyor. Sorgulayanların Ali’nin hikâyesine tamamen inanmadıkları belli. Asayiş, Musul’dan gelen pek çok mültecinin IŞİD’le olan ilişkileri hakkında yalan söylediğini biliyor. Sorun kanıt bulmak. Sorgulayanlardan biri sessizce “Arapların hepsi yalan söylüyor. Hepsinin IŞİD’le bir bağı oluyor,” diyor.
Sorgulama sona erdiğinde Ali, “Mülteci kampına gitmek istemiyorum. Karım çok genç. Orada genç erkekler olabilir. Karımı görürler,” diyor.
“Hepimizin karısı var,” diyor general. “Karımı altı aydır görmedim ben.”
Ali ve ailesi bir kampa götürülüyor. Musul’daki savaş beklentisi nedeniyle yeni yapılmış bir kamp burası. Çadırların beyaz muşambaları henüz sağlam, tuvaletler hâlâ temiz. Ali bunun uzun sürmeyeceğini biliyor. Kuzeni Tayyip onlara resmi olarak kefil olmak için süreci başlatacak. Kısa süre sonra ya onun ya da bir başka akrabalarının evine taşınmayı umuyor. Bundan sonra ne yapacağına gelince, Ali’nin en ufak bir fikri yok. IŞİD Irak’taki yaşamı yeniden tanımladı. Geçmişe dönmek diye bir şey söz konusu değil artık.
“Musul’u alırlar, alamazlar, umurumda değil,” diyor. “Asla geri dönmeyeceğim.”
Kaynak: http://www.nationalgeographic.com.tr/makale/kesfet/isid-duserken/3851