Sokotra’nın botanik simgesi olan ejder kanı ağacı, yüksek arazilerde havadaki nemi almak için gökyüzüne doğru uzanan dallarını kullanır. Doğa korumacılar, yeniden üreme konusundaki sorunlar nedeniyle yarınından endişeli.
Yemen anakarasının 350 kilometre açığındaki Sokotra, sıcak, zorlu ve rüzgârlı dünyasına benzersiz bir biçimde uyum sağlamış türlü türlü garip bitki ve hayvana ev sahipliği yapıyor.
Ejder kanı ağaçlarından bir ormanla kaplı Firmihin adlı yayvan tepede saat neredeyse gece yarısı. Dolunaylı gece sonrasında mehtap, engebeli araziyi gümüşi tonlara boyamış. Bir çoban kulübesinin taş duvarlarının içinde yakılan ateşin çevresinde yalınayak dört kişi oturuyor. Alevlerin ışıltısı, taze keçi sütlü bir çaydanlık dolusu çayı paylaşan dörtlünün yüzüne yansıyor.
Neenah Maalha, futa adı verilen peştamal benzeri bir giysi içinde. Eşi Metagal ise koyu mor bir elbise giymiş; başında aynı renkten bir başörtüsü var. Sokotra Adası’ndaki yaşamlarını anlatıyorlar. Kullandıkları, yüzyıllardır değişmemiş, kökeni geçmişte yitip gitmiş ve bugün çok az kişinin anladığı bir dil.
Bu çift okuryazar değil. Ama yamacın aşağılarına yerleştirilmiş yeni tabelaya göre Firmihin’in bir doğa koruma alanı ilan edildiğini biliyorlar. Yabancıların köylerine ejder kanı ağaçlarının, çöl gülü bitkilerinin ve mishhahir çiçeklerinin fotoğraflarını çekmek için geldiğini söylüyorlar. Taşları kaldırıp kaldırıp böcek ve kertenkele topladıklarını iddia eden biliminsanları da var. Peki ama aslında neyin peşindeler?
Umman Denizi’nin 350 kilometre açığında, zorlu koşullar altında yaşayan Yemen’in geri kalan insanlarından uzaktaki Sokotra, bir zamanlar bilinen dünyaya ilişkin haritaların kıyısında yer alan efsanevi bir yerdi. Sığlıkları tehlikeliydi. Fırtınaları acımasız. Halkının rüzgârı kontrol altına alarak gemileri ele geçirdiğine ve sonra da yağmalamak üzere kıyıya yönlendirebildiğine inanılıyordu. Dolayısıyla denizciler için ürkütücüydü. Bugünse Sokotra’nın zengin biyolojik çeşitliliği, modern dünya adayı sonsuza dek değiştirmeden önce sırlarını öğrenmeyi uman yeni kâşifleri çekiyor.
Metagal’in yüzündeki endişe yerini ansızın şaşkın bir tebessüme bırakıyor. Karanlığa dalıyor. Geri döndüğünde elindeki, kâğıda sarılmış küçük paketi uzatıyor bana. Biraz tütsü almak ister miyim? Neenah küçücük bir parça alıp ateşteki kömürlerden birinin üstüne yerleştiriyor. Duman döne döne yükseliyor. Mısır firavunlarının gömü törenlerine, Yunan tanrılarının tapınaklarına yayılan kokuyu çekiyoruz içimize.
Tıbbi aloe ekstresi, ejder kanı ağacının koyu kırmızı usaresi ve benzeri aromatik reçineler… Eski Mısırlılar, Yunanlar ve Romalılar da Sokotra’nın doğal dünyasının hazinelerinden yararlanmış. Onları gerek tedavi amaçlı gerekse boyama işlerinde kullanmışlar. Adayı mağaralarda yaşayan dev yılanların koruduğu yönündeki söylencelere rağmen, maceraperestler yine de korkmaksızın bereketlerini hasada gelmiş. Sokotra’nın zenginliklerine göz koyanlar arasında Saba Melikesi, Büyük İskender ve Marco Polo da varmış.
Mark W. Moffett
Chamaeloe monachus da –adadaki sürüngenlerin yüzde 90’ının olduğu gibi– sadece Sokotra’da varlık gösteriyor. Yerli halk bu bukalemunun büyülü olduğuna inanıyor: Söylenceye göre tıslamasını duyanlar, konuşma yetisini yitiriyor.
Tütsü ve ejder kanı özsuyunun değeri, Roma İmparatorluğu döneminde tavan yapmış. Daha sonraları ise ada daha çok tüccarlar için bir ara istasyon görevi üstlenmiş. Adada yüzyıllar kültürel açıdan oldukça yalıtılmış bir konumda geçmiş. Sakinleri, nesilden nesle, atalarının yaşadığı gibi yaşamış. Dağlardaki Bedeviler keçilerini gütmüş, sahil kesimindeki insanlar balıkçılık yapmış ve herkes hurma hasat etmiş. Afrika Boynuzu açıklarında stratejik bir konuma sahip olması dışında, Sokotra’yla ilgili dış dünyanın ilgisini çeken hiçbir şey yokmuş. Ama artık öyle değil.
20. yüzyıla girerken yapılan araştırmalar, eni sadece 134, boyuysa 43 kilometre olan ve biyologların halen çözemediği bir şekilde Afrika, Asya ve Avrupa’ya özgü nitelikleri bir arada sunan bu tropik adanın biyolojik çeşitlilik açısından dünyanın en önemli noktalarından biri olduğunu kanıtlamış. Sokotra ve açıklarındaki üç küçük ada, kilometrekare başına düşen endemik bitki türü sayısı açısından Seyşeller, Yeni Kaledonya ve Hawaii’den sonra Dünya’daki bütün ada grupları arasında dördüncü sırada. Ada merkezindeki yaklaşık bin 500 metrelik Hicr Dağları’nın girintili çıkıntılı granit zirveleri, olasılıkla Güneybatı Asya’da endemik bitkilerin en yoğun olduğu yerler.
Kavurucu bir öğle sonrasında, o tarihlerde Edinburgh Kraliyet Botanik Bahçesi’nde uzman botanikçi olarak çalışan Lisa Banfield ile Hadibu adlı toz toprak içindeki kasaba yakınlarında yürüyüş yapıyoruz. Kayalık bir yamacı tırmanıp, Salvador Dali tablolarına yakışır bir bitkinin yanında duruyoruz. Çok daha uzun bir ağaç iken, güneşin altında eriyivermiş gibi görünen, bodur bir bitki bu. Fuşya rengi çiçekleri nedeniyle yaygın olarak çöl gülü olarak biliniyor. Ancak, ben ne kadar bir yunussam, bu çiçek de o kadar gül.
Banfield, “Sokotra’daki bitkilerin buradaki sert kuraklık koşullarına direnebilmek için geliştirdiği bir stratejinin ünlü bir örneği bu,” diyor. “Adenium obesum sokotranum, Arap ve Afrika anakaralarında da yetişiyor. Ama oralardaki örnekleri Sokotra’dakilere oranla çok daha küçük,” diye ekliyor ve devam ediyor. “Gövdesi su depoluyor. Kendini kayaların arasında sabitlemek için böyle tuhaf şekillerde büyüyor. Bazıları bunları pek bir gudubet bulur. Bence çok güzel bir ağaç.”
Tam da bir biliminsanının ruhuna yakışacak sözler bunlar. Notlarıma göre, adayı 19. yüzyılda ziyaret eden birinin, çöl gülü için görüşü aynen şöyle: “Yeryüzündeki en çirkin ağaç.”
Çöl gülü, adını dallarına açan çiçeklerinden alıyor; ancak bitkinin bahçelerimizdeki gülle herhangi bir ilişkisi yok.
Birkaç metre daha yürüyüp Sokotra dışında dünyanın her yerinde tartışmasız tuhaflık şampiyonu olacak bir bitkinin yanına geliyoruz. Şişkin gövdesi başımızın üzerine uzanıyor, tepesinden gelişigüzel, iplikten yapılma bir paspas ucu gibi fışkıran yapraklı dalları saç örgülerini andırıyor.
“Büyüme şekli açısından Adenium’a çok benzer,” diyor Banfield. “Ama aslında bu, Dendrosicyos socotrana. Yani salatalık ağacı.”
Salatalık mı?
“Evet, sarmaşık halinde büyümesini beklediğimiz Cucurbitaceae familyasındaki yegâne ağaç türü. Burada kocaman gövdeli, devasa örneklerini görmek mümkün. Bambaşka bir dünyaya aitmiş gibi görünüyorlar.”
Ama Sokotra’nın simgesi haline gelen yine de bir diğer endemik ağaç olmuş: Ejder kanı. Bu ağacın belirgin şekli, Yemen’in 20 riyallik madeni parasını süslüyor. Dracaenacinsi yaygın ev bitkilerinin bir akrabası olan ejder kanı ağacı, adanın büyük bölümünde, plato ve dağlarda yetişiyor. En geniş ejder kanı ormanları ise Firmihin’de, Neenah ve Metagal’le bir gece geçirdiğim yerde. Ertesi gün, Lisa Banfield ve Sokotralı meslektaşı Ahmed Adeb amansız bir güneşin altında beni Firmihin çevresinde yürüyüşe götürüyor.
Arazi, erozyonla bıçak gibi bilenmiş kireçtaşı kaya parçalarıyla kaplı. Yanık kahverengi tonlarını yer yer, Ay’da dalgalanan bir bayrak görmek kadar olağandışı bir görüntü sunan, etli mishhahir bitkisinin kıpkırmızı çiçekleri bölüyor. Dört bir yanımızda dallarını gökyüzüne doğru uzatmış ejder kanı ağaçları, pek çok kişinin de dile getirdiği gibi, ters dönmüş şemsiyeleri andırıyor. Ejder kanı ağaçlarından oluşan bir ormanın içinde dahi ağaçlar birbirine mesafeli; kalabalık bir partiye gitmiş utangaç insanlar gibiler.
Ejder kanı ağaçları dört bir yanımızda göz alabildiğine uzanıyor olsa da, Banfield endişe verici bir şeye dikkatimi çekiyor: Olgun ağaçların altındaki kayalardan filiz vermiş genç ağaçların sayısı yok denecek kadar az. Buradaki bitkilerin çoğu suyu buğudan alıyor. Sokotra’daki en nadir endemik türlerin bir bölümü dağlarda ve kıyı şeridindeki sarp kayalıklarda yetişiyor; sis kayalarda sıvılaştığında biriken suyu emiyorlar. Ejder kanı ağacının gökyüzüne uzanan dalları aslında havadaki o değerli nemi toplamak üzere evrimleşip uyum sağlamanın bir sonucu. Ve artık havada daha az nem var. Ejder kanı ağacıyla diğer ender bitkilerin çoğalamamalarının nedeni iklim değişikliğiyse, kısa vadeli bir çözüm bulmak mümkün olmayabilir. Öte yandan Banfield ve diğer doğa korumacılar, Sokotra’nın biyolojik çeşitliliği üzerinde insan kaynaklı tehditler konusunda da aynı oranda endişeliler.
Devamını National Geographic Türkiye’nin Mayıs sayısında veya iPad edisyonunda okuyabilirsiniz.
Kaynak: http://www.nationalgeographic.com.tr/makale/kesfet/tuhaf-seyler-adasi/2781