Picasso sanat tarzını yeniden biçimlendirmekten hiç vazgeçmedi ve onun için ulaşılmaz diye bir şey yoktu. Binlerce tablo, heykel, seramik, suluboya ve gravür yaptı. “Gizli hiçbir şey olmadığını söylüyordu eserlerinde,” diyor torunu Diana Widmaier Picasso. “Günlük gibiydi.” Picasso bu otoportreyi yaptığında 90 yaşındaydı.
Harika çocuktan bir ikon olmaya uzanan yolculuğu, sanatının derinliğini ve ardındaki huzursuz dehayı ortaya çıkardı.
ChrIstIe’s tarafından New York’ta düzenlenen empresyonist ve modern sanat müzayedesinin bir önceki sabahı. Ve birdenbire karşıma çıkıyor.
Müzayede evinin Rockefeller Center’daki girişinden içeri adım atar atmaz, Pablo Picasso’nun enerji saçan geometrik eseri “Femme Accroupie (Jacqueline)”, siyahlar giymiş iki görevlinin kollarında koridor boyunca ilerliyor.
Ekim 1954’te Güney Fransa’da yapılan tabloda, Picasso’nun 27 yaşındaki metresi Jacqueline Roque (daha sonra karısı olacaktı), üzerindeki yeşil ve mor üçgenlerden oluşan kırkyama eteğini kollarıyla sarmalamış olarak görülüyor. O sırada 72 yaşında olan sanatçının bir günde bitirdiği “Femme Accroupie”den işlek fırça darbeleri, kalın pigment, taşkın biçimler, hizası tutmayan gözler ve ters duran bir burun fışkırıyor. Jacqueline’in bedenini altın bir ışık çevreliyor. Tablo, duvarda asılı olmadığı hâlde bakışları üzerine çekiyor.
O akşam açıkartırmayı yöneten Adrien Meyer, mezatı 12 milyon dolardan başlatıyor ve isimleri gizli tutulan müşterileri adına telefonla müzayedeye katılan iki Christie’s temsilcisinin fiyat artırma yarışına girmesiyle birlikte meblağlar hızla yükseliyor. Sırtı dik, kafası av peşindeki bir jaguar gibi ileri uzanmış Meyer, içlerinden birisi havlu atana kadar ikisi arasında mekik dokuyor. En sonunda elindeki çekici vurarak kazanan fiyatı açıklıyor: 32,5 milyon dolar.
Müthiş ama şaşırtıcı değil. Picasso, ölümünün yarım yüzyıl ardından büyülemeye, kafa karıştırmaya, ayartmaya ve kışkırtmaya devam ediyor. Sanatçılık kariyerinin ilk dönemlerinden itibaren, kırık yüzleri ve parçalanmış perspektifleriyle dünyaya dair temel algımızı yerle bir etti. Hırsla çalıştı, tarzını seri bir şekilde yeniden biçimlendirerek –mavi ve pembe dönemleri, Afrika dönemi, kübizm, sürrealizm– binlerce heykel, çizim, bakır levhayla gravür baskı, seramik ve tablo yaptı. Albert Einstein’ın kozmostaki kütle çekim dalgalarını öngördüğü gibi, Picasso da yaşadığımız dünyanın dalgalanmalarını, bizim onların farkına varmamızdan çok daha önce gördü.
Madrid’deki Reina Sofía Müzesi’nde öğrenciler, Picasso’nun ikonik tablosu “Guernica”yı görmeye gelmiş. Bask ülkesindeki Guernica kentinin 1937’de bombalanmasıyla yaşanan ölüm ve acıları betimleyen eser, İspanya İçsavaşı’nın bir sonucu olarak ortaya çıkmış olsa da, zamandan ve mekândan bağımsız olarak evrensel acıyı temsil ediyor.
Picasso’nun oğlu Claude, Cenevre’deki evinin salonunda açık yeşil bir kanepede oturmuş, babasının çalışmalarının yarattığı etkiyi değerlendiriyor. “Alıştığımız her şeyi yıktı,” diye konuşuyor, “ve hepimiz için yepyeni bir vizyon yarattı.”
Kişi, yeni doğmuş bir bebek olmaktan çıkıp bir dâhiye dönüşme sürecinde nasıl bir değişim geçiriyor? Nasıl oluyor da tek bir insan bakış açımızı yeniden biçimlendiriyor? İnsan olarak Picasso karmakarışıktı. Sirklerdeki yaşamı, boğa güreşlerindeki ölümü seviyordu. Aynı anda gürültücü ve suskun, sevecen ve otoriter olabiliyordu. Ancak harika çocuk döneminden, silahşorları ve matadorları çizdiği son yıllarına kadar, sanatta büyük bir isim olmak Picasso’nun kaderinde vardı ve dâhiliğe giden yolculuğunun çizgisi tuvaldeki boya kadar sabitti. Tüm ögeler bir aradaydı: yaratıcı tutkusunu besleyen bir aile, entelektüel merak ve cesaret, esin veren meslektaş çevresi, bilim, yazın ve müzik dünyasındaki yeni fikirlerin çalışmalarına enerji kattığı ve ünlenmesini destekleyen kitle iletişim araçlarında gelişme yaşandığı bir dönemde dünyaya gelmiş olmak. Genç ölen yaratıcı dâhilerin –Sylvia Plath 30, Mozart 35, van Gogh 37 yaşında öldü– aksine Picasso 91 yaşına kadar yaşadı. Yaşam çizgisi yalnızca olağanüstü olmakla kalmamıştı, aynı zamanda uzundu.
Pablo Picasso 25 Ekim 1881’de İspanya’nın Málaga kentinde dünyaya geldiğinde öyle hareketsizdi ki ölü doğduğundan endişe edilmişti. Amcası Salvador’un purosunun dumanı sayesinde hayata geri döndüğünü söylüyordu Picasso. Sanatçının çocukluğunun simgeleri, güneşi bol bu Akdeniz kentinde hâlâ canlılığını koruyor. Picasso’nun bebekliğinde kutsal suyla vaftiz edildiği Santiago Kilisesi’nde bir koro, Man of La Mancha müzikali parçalarından “Impossible Dream”i söylüyor. Sanatçının, evinin önündeki toza ilk çizimlerini yaptığı Plaza de la Merced’deki kafeler, canı çektiğinde 12 euro’luk hamburguesa Picasso siparişi veren turistlerle dolup taşıyor. Güvercinler taşların üzerine konuyor, Alboran Denizi’nin suları sahile vuruyor, Picasso’ya burnuyla sigara içmeyi ve Flamenko yapmayı öğreten Romanlar, Málaga sokaklarında dolaşmayı sürdürüyor.
Paolo Woods ve Gabriele Galimberti
Deha, büyük çalışmalarla besleniyor. Picasso tarihteki en üretken sanatçılardan biriydi. Paris’in Marais semtindeki Musée Picasso, dünyanın en büyük kamusal Picasso koleksiyonuna sahip. Fotoğrafta müzeyi gezenlerden biri, Picasso’nun sevgililerinden Marie–Thérèse Walter’ın portresini inceliyor.
Sanatçının torunu Bernard Ruiz–Picasso, Museo Picasso Málaga’nın avlusunda kırmızı bir fincandan çay içerken, bu ilk etkilenme kaynaklarının Picasso’nun sanatını nasıl etkilediğini yorumluyor. Buradaki her şeyin tarih ve duyum açısından zengin olduğunu söylüyor. Picasso’nun yaşadığı topraklarda uygarlıklar çarpışmıştı: Fenikeliler, Romalılar, Yahudiler, Mağribîler, Hıristiyanlar, İspanyollar. Havayı hoş kokular dolduruyor.
Biraz ötedeki bir portakal ağacını işaret eden Bernard, Picasso’nun meyvelerin renginden, İspanya’nın jakaranda ağaçlarını süsleyen eflatun renkli çiçeklerden, müzeden yalnızca birkaç adım uzaklıktaki Gibralfaro tepesine kurulmuş 11. yüzyıldan kalma Alcazaba surlarının kum renkli ve beyaz taşlarından esin aldığını söylüyor.
2003’te açılan müzeyi, büyükbabasının isteğini yerine getirmek için annesi Christine Ruiz–Picasso ile birlikte kuran Bernard, “Beynini besleyip zenginleştiren tüm bu duyuları, tüm bu görselleri, tüm bu kokuları ve renkleri aklında tutuyordu,” diyor.
Dâhiler hemen her zaman, azim tohumlarını destekleyip besleyen anne–babalar ve öğretmenler tarafından teşvik ediliyor. Picasso’nun annesi María Picasso López, bir oğlan doğurmak için dua etmiş ve ilk çocuğuna tapmıştı. “Annesi üzerine titriyordu,” diyor babasının sanatsal varlığının yasal yöneticisi olan Claude Picasso. Genç Pablo daha en baştan kendini sanat yoluyla ifade etmiş, konuşmadan önce çizmeye başlamıştı. İlk kelimesi, kalem anlamındaki lápiz’in kısaltması “piz” olmuştu. Besteci Mozart gibi, Picasso’nun da babası kendisiyle aynı meslek dalında çalışıyordu. Ressam José Ruiz Blasco, oğlunun ilk öğretmeni olmuştu. “Babasının en iyi öğrencisiydi,” diyor Claude. Sanatı, babasınınkini aşmaya başladığında Picasso henüz bir çocuktu. “Oğlunun yeteneği karşısında yalnızca şaşırmış değil ürkmüş de olmalı,” diyor Bernard.
Deha söz konusu olduğunda, bu tür bir hayranlık ve korku karışımı yaşamak sıradışı bir şey değil. Bu alanda uzun yıllardır araştırmalar yapan David Henry Feldman, prodigy’nin –İngilizcede genellikle çocuk yaştaki dâhileri tanımlayan kelime– Latince kökeni prodigium kelimesinin, hiç beklenmedik ama aynı zamanda “hoşlanılmayan ve muhtemelen tehlikeli” bir şey anlamını taşıdığını söylüyor. Ergenliğe ulaşmadan önce ileri düzey yetişkin seviyesinde performans gösteren dâhiler, akranları henüz ip atlamayı öğrendikleri sırada Ludwig van Beethoven’in piyano sonatlarını çalıyor veya karmaşık matematik problemleri çözüyorlar. “Bu durum dünyaya bakış açınızı sarsıyor,” diyor Feldman.
Bu kadar erken yaşta bu kadar büyük bir yetkinlik nereden geliyor? Dâhilerin nadir rastlanır olması nedeniyle, araştırma yapmak için gerekli örnekleme sayısı yetersiz kalıyor. Ancak Boston College’daki Sanat ve Zekâ Laboratuvarı’nın yöneticisi Ellen Winner, araştırdıkları kişiler arasında birkaç temel özellik bulmuş. Erken gelişen sanatçılarda güçlü bir görsel hafıza var, ayrıntılara inanılmaz dikkat gösteriyorlar, akranlarından yıllar önce gerçekçi resimler çizmeye başlıyor ve derinlik duygusu yaratabiliyorlar. Winner, bu çocuklarda “ustalaşma ateşi” ile harekete geçen, içten gelen bir yetenek olduğuna inanıyor. Öylesine yoğun bir tutku ki bu, mümkün olan her an çizim ya da resim yapma ihtiyacı duyuyorlar.
Bu özellikler, küçük yaştaki olağanüstü sanat yeteneğiyle övünen Picasso ile birebir bağdaşıyor. 1946’da çocuklar tarafından yapılan çalışmalardan oluşan bir sergiyi gezdikten sonra, kendisinin asla böyle bir sergide yer alamadığını, çünkü “12 yaşındayken Raffaello gibi” çizim yaptığını söylemişti. Akrabaları, Picasso’nun çocukluğunda hiç durmadan saatlerce resim yaptığını, kimi zaman istekleri de yanıtlayarak –kuzeni Maria’nın favorisi eşekti– yorgunluktan bitap düşene kadar çizdiğini anlatıyorlar. Günümüze kalmış en eski çalışmalarının, dokuz yaşına bastığı 1890’lara tarihlendiğine inanılıyor ve at binen bir boğa güreşçisini betimleyen “Le Picador” adlı yağlıboya da bu eserler arasında yer alıyor.
Birkaç yıl sonra Picasso, akrabalarının ve arkadaşlarının portrelerini ustaca yapacak düzeye erişmişti bile. 16 yaşında geldiğinde, resimleri sayesinde Madrid’deki prestijli San Fernando Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edilmişti. Prado Müzesi’nde, Diego Velázquez ve El Greco gibi hayranlık duyduğu İspanyol ustaların eserlerini incelemişti. Claude’a göre, “Sanat, onun ilgisini çeken tek şeydi. Tek kimliğiydi. Tepeden tırnağa sanatçıydı.”
Devamını National Geographic Türkiye’nin Mayıs 2018 sayısında okuyabilirsiniz.
Kaynak: http://www.nationalgeographic.com.tr/makale/kesfet/deha-picasso/3947